Amak-ı Hayal

Yazan Filibeli Ahmed Hilmi Write on Perşembe, 11 Mayıs 2017 Yayınlandığı Kategori Kitap Okunma 5240 kez
Ögeyi Oylayın
(0 oy)

SUNU: Kendi döneminin bilim, felsefe ve tasavvuf düzeyinin çok üstünde olan bu değerli eserin daha kolay okunup anlaşılması için farklı bir adaptasyon çalışması yaptık.

Satırlarda, paragraflarda ve sayfada anlatılan her fikri açarak özetledik. Zamanınızdan tasarruf edebilmeniz amacıyla, edebi tasvirleri anlamı eksiltmeyecek şekilde ya özetledik ya da çıkardık.

Tasavvufçuların anlatım tekniğinde bir harf, bir kelime, bir cümle veya bir kavram ile başlı başına bir kitap teşkil edecek kadar bir konuya kısaca işaret etmek özelliği vardır..

Meselâ:
Aynalı Baba’nın başına taktığı külah üzerindeki yapışık ayna parçaları;
insanın Kâinatın merkezi olduğuna, tüm esmâ ve sıfatları beyninde cem edebileceğine,
sonsuz ve sınırsız boyutların her birisinin beynimize iz düşümü olduğuna işaret vardır.

Ayna ve teneke parçalarının parlaması, ışığı yansıtması mecazında insan bilincinin (nokta’nın ya da B’nin) holografik bir açılımla sonsuz sınırsız boyutları oluşturduğuna
bir işaret vardır.

Her bir harfi ve kavramı harika anlamlar içeren bu muhteşem eserin içindeki anlamların, günümüzün anlayış mantığına adaptasyon çevirisini birlikte okumaya başlıyoruz.
Bu çalışma kitap tercümesi değil yorumlu bir özettir.

ŞİMDİ KENDİNİZİ RÂCİ’NİN YERİNE KOYUN
HAYÂLİN DERİNLİKLERİNDE’Yİ
“OKU”MAYA BAŞLAYIN..
“ALLAH HAZMINI VERSİN”
* * *

AYNALI BABA İLE BULUŞMA

Anadolu’nun mütevâzi bir şehrinde oturuyordum. Evim ve çalıştığım yol üzerinde eski bir mezarlık vardı. Genç yaştaydım, sürekli çalışıyordum. Mezarlık önünden geçerken ölümü değil de mezarlığın duvarlarını, kapısını inceliyordum. Henüz ölmek gibi bir niyetim yoktu. Hele içeri girip de hayat ve ölüm gibi konular üzerinde tefekkür etmek gibi bir niyetim hiç yoktu.

Annemin verdiği terbiye ile dini inançlı ve iyi ahlaklı birisi olmuştum. Okul hayatımda hemen hemen her konuyu ciddiyetle araştıran bir öğrenciydim. Her şeyden fikir sahibi olmuştum.

Dini ilimlerin zahirinden ve bâtınından da nasibimi almıştım.

Malumat ( bilgi ) yığını halindeydim. Bir gün oturdum ve düşündüm. Kafamda taşıdığım düzensiz bilgi yığınları beni garip bir karışım haline sokmuştu.

Ben;
küfür ile imandan,
kabul ve inkardan,
tastik ile şüpheden
oluşmuş bir bileşkeydim.

Kalbim ile inkar ettiğimi aklım tastik ediyordu,
Aklım ile reddettiğimi de kalbim kabul ediyordu.

Tanrının varlığı ( Allah’ın varlığı değil çünkü Allah var ve yok gibi kavramlarla tartışılacak bir kavram değildir ), ölümden sonra diriliş, ruhun varlığı, melekler, resuller, kader, cennet cehennem, haram helal gibi soyut konulara kalbim iman ediyor fakat aklım adeta bir şüphe ejderhası kesilerek kalbimin tüm kabullerinin asılsız şeyler olduğunu söylüyordu.

Kalbimin kabullerine aklım ile yeni kanıtlar buluyordum. Şüphe canavarım onları da yutuyordu.

Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabileceği şüphesiyle yaşamak çok zordu. Resullerin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim. Ya da tam bir ateist gibi tam bir imansız olmak isterdim.

Şüphe canavarı her türlü dogmayı (iman ile kabul edilen değişmezleri) reddediyordu.

En son sığındığım felsefe şuydu. Beden, ruh, dünya, evren ve içindeki olaylar dediğimiz şey, bilincimizdeki düşüncelerin dışa yansımasıydı. Ben adeta kendi düşünce evrenimin içinde yaşıyordum. Bilinç ölüm ile dağılınca evrenim de yok olacaktı. “Ben” dediğim varlığım da ebeden yokluğa karışacaktı.

Bu yaşam felsefem benim yeni dinim gibiydi. Fakat bir müddet sonra öyle bir ruh bunalımına sürüklendim ki inanmadığım “cehennem” sanki beni yutmuştu ve çok büyük bir ıstırap duyuyordum.

Şüphelerimden, kendi yaşam felsefemden ve her şeyden kaçmak ve her şeyi unutmak için devamlı alkol içmeye başladım. Sarhoşluk beni herşeyden ve özellikle kendimden uzaklaştırıyordu. Sızdığım anlar en rahat ettiğim zaman dilimiydi.

Bir gün bütün manevi kuvvetimi kullanarak kendimi arhoşluktan kurtardım. Şüphe canavarını öldürmek amacıyla yeniden bâtınî (soyut manevi) ilimleri araştırmaya başladım. Yolum çok bilgili ve dindar Salih kimselere de düştü. Hepsi de çok mübarek insanlardı. Fakat bunların ilim ve delilleri beni sürüklendiğim uçurumdan kurtaracak reçeteyi veremiyordu.

Varlığını ancak iman ile kabul etmeye zorlandığım varlıkları baş gözümle görmek istiyordum. Bana bunu gösterebilecek birisine rastlayamamıştım.

Batıda (Avrupa ve Amerika’da) meşhur olan Ruhçuluk toplantılarına katıldım. Ruh çağırdık, masayı titrettik, fincanları döndürdük. Ruhçuların en ileri gelenleri ile görüştük. Hepsi de şüphesiz olarak ruhların varlığına ve verdikleri bilgilere iman halindeydiler. Fakat tüm görünenler toplu hipnoza girip ortak bir hayal görmekten ibaretti. Hayal aleminde yaşayan ruhçulardan uzaklaştım.

Hipnotizma dernekleri ile dostluk kurdum. Beden ve hafıza gücümün kullanamadığım özelliklerini açığa çıkardım. Ağır eşyaları kaldırmak veya kendini çalar saat gibi bir işi yapmaya programlamak benim aradığım şey değildi. Ben bunun üstünde kesin iman bilgisi arıyordum, ben KENDİMİ arıyordum.

Bu maceralarım dört yıl sürmüştü. Beynim fikir karmaşalarına artık tahammül edemiyordu. Yeniden alkolizme döndüm. İçki ve şamata meclislerinin en önde gideni haline ulaştım. Ayyaşların lideriydim. Bu yaşantı bir çeşit mutluluk vermeye başlamıştı.

İçiyordum. . . İçiyordum. . .

Alkol arkadaşlarım işsiz güçsüz takımı da değildi. Hepsi de yüksek tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Sadece çalışan ve çalıştığını eğlence dünyasında tüketen, hayat ve din felsefesinden uzak kişilerdi. Bazıları da Ramazan topunu duyduğu anda içki şişesini bırakır eline tesbih alırdı. Bir ay zahiren dindarlık yaparlar, oruç tutarlar, arada sırada namaz kılarlardı. Bayram topu atılınca da tekrar on bir ay meyhane yaşamına geri dönerlerdi.

Bir gün kırlarda içki alemi yapmak için şirin bir kasabaya doğru tren yolculuğuna çıktık. Manzara çok güzeldi. Herkes kırlardan, bayırlardan, ormanlardan şimendiferle (tren) geçerken manzaraya hayran olup kendilerinden geçiyorlardı. Benim ise içimi bir sıkıntı basmıştı. Kalıcı olmayan güzellikleri seyretmek bana çok büyük bir hüzün veriyordu. Ölüm denilen meçhul ile her güzelliğin sona ve yoka ermesi felsefesine tahammül edemiyordum.

Kompartımanda aniden gözüm karardı,
ışık söndü
ve
her tarafı karanlık kapladı.
Tabiattaki kuşların cıvıltıları, çimenlerin yeşilleri, yaprakların hışırtıları, serin ferah esintiler ve
her şey
karanlığa ve yokluğa gömüldü.
Âlemleri kaplayan varlık enerjisi soğumuş ve donmuştu.
Âlemler yok olmuş sadece “düzen” adlı soyut anlam kalmıştı.
Karşımda Budha Gothama Sakya Muni belirdi (Budizm felsefesinin kurucusu)
ve
“Hiç! Hiç! Hiç!” diye zikrediyordu.

Dalıp gittiğimi fark eden bir arkadaş:
“Yine neyin var?”, dedi.
“Hiç!”, dedim.

Bu hiç sözü durumu idare etmek için söylenen bir söz değil “varlığın sırrını” tanıtan bir “hiç” idi. Fakat bunu anlayacak kapasitelerini kullanmayan kişilerdi onlar. Yolculuktaki ani sessizliğimden sıkılmışlar ve benimle ilgilenmemeye başlamışlardı. Aralarında boş laflarla neşeleniyorlardı.

Cennet gibi olan kasabaya ulaştık. Bir ahbabımızın yanında o gece misafir olduk. Sabah erkenden çilingir soframızı (içki, meze) alarak kırlara gittik. Bir su kenarına oturduk. Su şırıltısı, kuş cıvıltısı, mangal dumanı, ud taksimi ve aslan sütü kokusu (rakı kokusu) birbirine karışmıştı. Kafam da demlenmiş neşelenmeye başlamıştım.

Bizden evvel o civara iki kişi gelmişti. Birden arkadaşlarla onların kimler olduğunu tahmin yarışına girdik. Kılık ve kıyafetleri döküktü.

Bunlar
“İki serseri”,
“İki dilenci”,
“İki sarhoş”,
Ya da
“İki derviş” miydiler?

Bütün tahminler onları tutuyordu. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar, bizim tarafa hiç bakmıyorlar ve aralarında sakin sakin konuşuyorlardı. Hatta “es-selamü aleyküm” diye bağırmamız dahi karşılıksız kalmıştı. İçki alemimizden de rahatsız olmuyorlardı. Bir müddet sonra yanlarına yanaştım. Beni dikkate almadan konuşmalarına devam ettiler.

Konuşmalarını dinleyince onların gerçekten deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deli idiler. Fakat delilerin MECZUB denilen çeşidinden.

(Sûfiye dilinde meczup, Hak’kın rızasını kazanan, Hak tarafından kendi dostluk ve yakınlığına lâyık görülüp, yüksek derecelere çıkarılan, böylece Allah katındaki derecelere yorulmadan ve çalışmadan erişen kimseler için kullanılan bir kelimedir.)

(Meczup kişi tüm olaylara hakikat ve marifet açısından bakar. Değerlendirme sözlerini de hakikat ve marifet mantığı ile dile getirir. Meselâ, şeriatta malın zekatı kırkta birdir. Dileyen kişi ise hakikattaki hükmü kendi nefsine uygulayabilir ve zekatın ölçüsünü de ‘hepsini vermek’ olarak anlatır. Tüm malını zekat olarak veren kişiye şeriat ile amel eden halk “deli” gözü ile bakar. Onun sözlerini anlamaz ve meczubane söz der. Aslında meczup deli ve kaçık değildir. Tam tersine şeriat ehlinin aklından daha üst akıl ile düşünüp konuşmaktadır.)

Hayretle dinledim. Onların konuştukları benim eskiden beri düşündüğüm derin konulardı. Birisi diyordu ki:

Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir şey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,
tek şeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar.

Deli “ben” kelimesi ile her an ve şu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki ayrı şey olmadığına işaret ederek son darbeyi de ağır bir şekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek olanı “abd/kul” ve “hû/hak” olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.

Kendimi tutamadım ve sordum:

“var” ile “yok” aynı olur mu?
Mesela
ben bu gün varım, yarın yok olacağım.
Bu iki hal arasında fark yok mu?
dedim.

Deli başını çevirdi ve kahkahayı kopardı:

Vay!
Sen varsın ha!
Acaba var mısın?
Ancak Allah var.
Ben dediğin şey Allah esmasından oluşmuş bir “yok”luktur.
Ben varım zannını terk edersen
senden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.
Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.
Allah var! Allah var! Allah var!

Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaşına:

“Haydi kalk gidelim!
Zirâ
bu hayvan
bizi zevkimizden alıkoydu,

dedi ve kalkıp gittiler.

Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüş iddiasında olan birisine pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.

Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. Arkadaşlarım benden iyice bıkmışlardı. İrade dışında “Ben var mıyım? Ey arkadaşlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “Rakı yetiştirin Râci çıldırmak üzeredir” dediler.

Kasaba eğlencesinden dönüşümüzün ikinci günüydü. Kahvehâneye doğru giderken mezarlığın kapısını gördüm. Eski ahşap kapı gıcırtıyla yavaşça açıldı. Havada rüzgar, esinti de yoktu. Sanki bir el kalbimi yakalamış ve mezarlığın içine çekiyordu. İçimde mezarlığa girip biraz dolaşmak isteği oluştu ve kendimi eski mezarların arasında buldum.

Ortada sık bir ağaçlık vardı. Ağaçların arasında da eski tahta ve hasır parçalarından derme çatma yapılmış küçük bir kulübe görünüyordu. İçimdeki el beni kulübe kapısına kadar çekti.

Kimse yok zannederek kapısını açacağım sırada içinden eski püskü şeyler girmiş biri çıktı.

Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı ki, kırk elli kadar ayna parçaları yapıştırılarak süslenmişti. Bir çok kumaş parçaları yamanarak gökkuşağı renklerini gösteren yırtık cüppesinde dahi ayna ve parlak teneke kapakları yapıştırılmıştı. Bu adamı görüp de gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında o kadar hoş bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük çehresinde o kadar hüzünlü bir donukluk vardı. Gülmek şöyle dursun kendisine daha yakın olmak için bir adım daha yaklaştım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil edecek şekilde ciddi yavaş ve ahenkli bir sesle:

“Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz”
dedi.

Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Kulübeye yaslanmıştım. Ön tarafımızda on beş kadar iri taşlı ve güzel sülüs hatlı yazılı kabirler, sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlar bulunuyordu.

Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi. Mangal olarak kullandığı bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası ve birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve çöplerle yaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar:

“Safâ geldiniz nûrum! Nasılsınız?, iyi misiniz?” dedi.

“Elhamdulilah” dedim.

Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki tezat beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak:

“İsminiz nedir?” dedi.
“Ahmet Râci.”
“Ahmet Râci mi? (gülerek) beşeriyetin ismini zorla almışsın nûrum! Beşer cinsi o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını rica ile geçirir. Râci demek insan demektir.”

Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha şaşırdım. Ben de sordum:
“Sizin isminiz nedir?”

“Benim ismim çoktur. Her yerde bir isim ve sıfatla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı ‘aynalı dede’ ismi ile meşhurum. Ama sen istersen ‘Âdem Baba’ de.

Aynalı konuşurken kendi cüzî varlığını değil de küllî varlık namına konuşuyordu.
Ahad olan Hak o garip kılık tecellisi altında kendisini tanıtıyordu:

Zatıma
en çok bilineniyle
‘Allah’
ismi işaret eder.
Zâtımın (tek varlık) daha başka sayısız ve sonsuz isimleri (mânâları)
ve sıfatları (özellikleri) vardır.

Ben
aynı anda
Aynalı’yım, Râci’yim, Âdem’im, Havva’yım, Meryem’im, İsa’yım, Mûsa’yım, Buda’yım, Konfüçyüs’üm, kral’ım, dilenci’yim, Ay’ım, Güneş’im, cennet’im, cehennem’im, Cebrâil’im…

Ben,
kısaca,
hep’im ve hiç’im.

Kim olduğumu başlangıçsız geçmişte saymaya başladım.
Şu anda hâlâ sayıyorum.
Sonsuz sona kadar da saymaya devam edeceğim.

Vaktiniz varsa buyurun oturun,
siz dinleyin
ben
kendimi saymaya devam edeyim.

Denizler mürekkep olsa, ağaçlar divit olsa mürekkepler ve divitler tükenir fakat Aynalı Baba’nın kendi hakikatini yazması tükenmezdi. Hatta hiç yazmamış gibi olurdu.

Bir miktar düşündükten sonra dedim ki:

“Azîzîm! Kâmil bir insan olduğunuz meydandadır. Böyle iken bu kemâlâtınızı bu tuhaf kıyafetlerle örtmenizin sebebini anlamıyorum.

Kahveyi pişirdi, fincanıma doldurdu ve cevap verdi:

“Ben”
süse meraklıyımdır.
Her isim ve birim altında süslenen
“ben”im.
Avuç avuç para harcayan, altın sırmalı ve zümrüt-pırlanta pullu ipek atlas elbiseler giyen “ben”’im.
Aynalı tenekeli aba giyen yine “ben”im.
Işığın üstüne karanlığı giyen “ben”im. Karanlığın üstüne ışığı giyen “ben”im.
Zâtımın süsleri isimlerim, sıfatlarım ve fiillerimdir.
“Ben”
can elbisesi de giyerim.
Can’ı beşer bedeniyle, hayvan bedeniyle ve bitki bedeniyle süslerim.
“Ben”im her yerde sonsuz sayıda yüzüm ve kıyafetim vardır.
Burada bu bedende tercihim bu aynalarla tenekelerdir.

Bu cevap akla hem uygun hem de uygun değildi. Fikrimi söyledim. Boynumdaki kravata baktı, fiyatını sordu, yirmi liraya aldığımı söyledim. Dedi ki:

“Ben”im bu “ganî” (zengin, üstün, sınırlanamayan) özelliğimi
akl-ı cüz’ünle (sınırlı aklınla) kabul edemezsin.
Ayna ve teneke parçaları takmayı senin aklın kabul edemiyor.
Yirmi liraya alınıp da boyuna takılan yular (kravat) senin aklına uygun düşüyor.
Benim sokaktan toplayıp da külahıma taktığım ayna parçaları da
“ben”im akl-ı küll’üme (sınırsız aklıma) uygun düşüyor.
“Ben” süste ayrım yapmam.

Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu düşündüğüm anda yine cevabımı aldım.

Size göre
külaha ayna parçaları yapıştırmak delilik nişanıdır.
Bize göre de
boyuna yular takmak delilik nişanıdır.
Ama sen benim külahımı başına taksan aklın akl-ı küll’e dönüşmez.
“Ben” de boynuma yular taksam “ben”im de aklım akl-ı cüz’e düşmez.
Keramet külahta ya da yularda değildir.
Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.

Aniden külahını çıkardı ve benim başıma oturttu. Kravatımı çıkarıp kendi komik cüppesinin üstündeki boynuna taktı. Yerden kırık bir ayna alıp bana tuttu. Çok komik görünüyordum. Kravat da Aynalı’nın boynunda acaip komik duruyordu. Gülmeye başladım. Kahkahalarım neredeyse mezarlık yanındaki mahallelerden duyulacaktı. O kadar çok güldüm ki kendimi yere atıp debelenmeye başladım. Aynalı Baba anlamsız gözlerle bana baktı baktı:

“Zavallı insanlar sebepsiz yere neden gülerler, bir türlü anlayamıyorum,” dedi.

Gülme krizinden çıkmıştım. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine girmiş bir

ehli hikmet
(filozof)
ve

ehli kalb
(evliya)

olan bu zâtın ilminden yararlanmak, ciddi konuları ona sorup hakikatini öğrenmek istedim.

(Devam edecek)

2.Bölüm 3.Bölüm 4.Bölüm 5.Bölüm 6.Bölüm  7.Bölüm 8.Bölüm 9.Bölüm  10.Bölüm 11.Bölüm 12.Bölüm 13.Bölüm 14.Bölüm 15.Bölüm

Kaynak:http://yorumsuzblog.wordpress.com

Son Düzenlenme Pazartesi, 12 Haziran 2017 21:58

NE İZLESEM

 
 

NE OKUSAM