Bir Felak, bir Nas…
Onun için değil bu cinas…
Ortada bir KAF...
Bir Mim, bir Elif…
Nûn karıştı Nûr’a…
Bütün harfler dizilmiş, teşekkülde bir âli şûra…
Olur mu, olmaz mı derken, oldu bütün olacaklar. Kaf döndü, Nûn ahirde her zaman…
Kaf’ın ardı Kaf Dağı...
Nûn kapısı açmalı mı o çağı? Kafa fenerini bırakarak geride, O’nun gemisinde olduğunun idrakine varanlar ilerledi bu yolda…
Yola düşenler, yolda düşenleri seyretme telaşından sıyrılır sıyrılmaz, sıralandı merdivenleri teşekkül eden taşlar ve yine "sır"landı o taşlar ibretsiz bakan nazarlara…
Evvelden gülenler tüketince bütün tebessümleri, gözyaşıyla karışık feryatlara tebeddül eyledi bütün gülmekler…
Bir yolculuk, ama yol yok, Yok yok… Bütün bütün üşümedikçe, güneş ısıtmaz bedeni, yolculuktaki izler geri çağırmaz gideni…
Dönüş hep O’na. O’na bütün gitmekler. Bütün sönmekler O’nun için ve bütün yanmaklar…
Ateş kora dönünce pişti ham olanlar, pişip de yananlar aydınlattı âlemi zerrevari huzmelerle…
Teklik, mührünü vurdu çok gibi görünen her şeye…
Deliller deli olana değil, dellâlı işitecek gönül ehillerine…
Halden hale girdi öz, ne göz şaştı, ne de başka bir şeye baktı…
Buraktı, bineğin adı…
Yol; yola düşenin, ölüm; rüyayı hakikat zannedip üleşenin…
Zerre, kefeni boynunda bir yolcu, kâh narda, kâh mısırda, kâh serâda, kâh süreyyada, gezer durur, ne dinlenmek bilir, ne yorulur…
Bitti mi?…
Ama bitmez ki…
Ne yol biter, ne yolcular…
Seyrinde her dem “belâ” diyenler, seyrinde “belâ” diyenlere hizmetli kılınanlar…
“Merhaba” desin diye yeni gelenler, evvel gelen seyyahlar yükü gemiye bırakıp, yola devam etmeli değil mi?
Devam etmeli değil mi, vaveylalar ettirmeden elîm elemler…
Bir şükür, dönüşünce bin şükre, fikir hayat bulur, hayat bulur zikirler…
Yol, yola düşenin…
Yol, yolu düşleyenin…
Aynur Erden