Bu sayfayı yazdır

M.Fatih ÇITLAK

Yazan Write on Cumartesi, 16 Şubat 2019 Yayınlandığı Kategori Tasavvuf Okunma 9630 kez
Ögeyi Oylayın
(2 oy)

Onlarca kitaba imza atmış, Pendik Yunus Emre Kültür Merkezi’nde devam eden Mesnevî sohbetleri, Cumhuriyet tarihindeki katılımı en çok ve en uzun süreli kültürel faaliyet olarak kaydedilmiş ve tek başına bir röportaj konusu olan İRFA İrfan Medeniyeti Araştırma Merkezi’nin kurucusu Muhammed Fatih Çıtlak'ın şimdiye kadar kimseyle paylaşmadığı hayatındaki çok önemli dönüm noktalarını anlattı. 

 

 İŞTE FATMA TUNÇER ÖNCÜ'NÜN FATİH ÇITLAK İLE ROPÖRTAJI

 Bazıları için bir TV yıldızı… Bazıları için popüler kültürün bir parçası… Ama aslında o altın gibi, değerini bilenlerin yanında çok kıymetli bir mücevher… Aslında bu da kendi tercihi bence, çünkü bağıra çağıra kendini pazarlamıyor ve aslında onu sadece önyargısız bakanlar, popüler kültüre ve dayatmalarına teslim olmayanlar gerçek haliyle görebiliyor.

Göründüğünden çok daha fazlası var onda… Çünkü o insanların önüne çıkmadan önce kalbiyle gören birçok kişinin karşısında çıkmış, hizmet etmiş, kendinden vazgeçerek tekrar kendi olmuş… Yaşıtları hayatın tadını çıkarırken o kendine manevi dertler edinmiş. Ve o dertleri baş üstünde taşımış yıllarca… Aşkın Bir Noktası kitabında dediği gibi…

 İnsanı insan yapan derdidir azîzim. İnsanın derecesini, derdinin derecesi belirler.

 Onlarca kitaba imza atmış, Pendik Yunus Emre Kültür Merkezi’nde devam eden Mesnevî sohbetleri, Cumhuriyet tarihindeki katılımı en çok ve en uzun süreli kültürel faaliyet olarak kaydedilmiş ve tek başına bir röportaj konusu olan İRFA İrfan Medeniyeti Araştırma Merkezi’nin kurucusu olan bir insanın hayatını onu bugüne getiren anılarını duygu ve düşüncelerinin sırrına ermekti maksadım. “18 Beyit Dinle” kitabında dediği gibi " Herkeste farklı bir sır vardı. "  ve vakıf olduğu sırlı dünyaya sizler adına talip oldum.

  Kısacık bir zaman dilimie bu kadar şey sığdıran, zahiri ve batını büyük bir aşkla kucaklayan birinin sırrına talip olmak elbette kolay değildi, aslında “Bitmek tükenmek bilmeyen bir çileli yola, bitmek tükenmek erişmeyen bir aşk’ın” talibinin sırrına talip olmuştum. Ama o öyle samimiyetle cevapladı ki her soruyu; hayatını dinlerken Beyaz Mercan Siyah İnci kitabında anlattığı kader tanımını bir kez daha hatırladım: “Kader; sen sayısız seçenek arasından hangi şıkkı seçersen seç, o şıkları önüne koyan, hepsini yaratıp tercihi sana bırakan bir Allah var demektir. Yapabileceğin her bir ihtimal evvelce hesap edilmiştir. Âmâ Allah’ın bundan muradı, Allah’ın seni bilmesi değildir. Allah Teâla’nın bildiğinden senin de haberdar olmandır.”

  Son olarak her sohbetin sonunda kendime sorduğum soruyu sordum. Bazı konularda fikrim değişti mi? Evet değişti! Rüyayla ilgili; “Uykunun, muhteşem bir Rabbanî sinemanın seyrangâh” olduğuna ve âşıkların ölümsüz olduğuna inandım.

  

Biz âşıkız biz ölmeyiz

Çürüyüp toprak olmayız

Karanlıklarda kalmayız

Bize leyl ü nehar olmaz

  

Fatma Tunçer ÖNCÜ:Öncelikle yine yeniden Konya’ya hoş geldiniz. Aslında eserlerinizle hepimizin tanıdığı bir Muhammet Fatih Çıtlak var, ama bugün eserlerinizden ziyade Sizi konuşmak istiyorum. Bize dünyaya ilk geldiğiniz ortamın iklimini anlatır mısınız?

 

 

Muhammet Fatih ÇITLAK: Ashâb-ı Kiram Rasulullah Sallallahü Aleyhisselam’a muhabbetlerini anlatmak için “fedake ebi ve Ümmi” (anam babam sana feda olsun ya Rasulullah) demişlerdir, biz bu sözü annemi babamı sana feda ederim şeklinde anlıyoruz, aslında bu söz şu demektir “ya Rasulullah! değil ben benim vücuda gelmeme sebep olan kimseler bile sana feda olsun”. 

 

O zaman bir insandan bahsediyorsak tabii ki Allahu Teâla’nın Kuran-ı Kerim’inden de aldığımız feyizle anne babanın bu hilkatte bu imtihanhaneye gelişteki rolü Allah Teâla tarafından seçilmiş senaryosunun bir parçasıdır.  İnsanın çocuğunun hayatı hakkındaki tasarrufu belki cüzi iradesindendir fakat annesini babasını seçme külli iradedendir.  Bundan dolayı da Cenab-ı Hak kendisine şirk koşulmakla anneye babaya itaat etmemeyi beraberce zikretmiştir. Çünkü bu insanın cüzi iradesiyle içinden çıkabileceği bir şey değildir.  Bendenizin vücuda gelmesine ruhlar âleminden bu dünya imtihanhanesine indirilmeme annemle babam tabii ki vesile olmuştur ama Allah Teâlâ tarafından şanslı olduğumu düşünüyorum. 

 

RUM KÖYLERİNDE KUR’AN DERSİ 

Babam Muhterem Hacı Mustafa Efendi ilmiyeden ilim erbabı insandı.  Fakat hemen dedemi de hatırlamak lazım;  dedem Vakfıkebir’den Giresun’a göçmüş orada herkes tarla ile bağ bahçe hayatı ile uğraşırken babamdaki ilmi istidadı görmüş ve çok büyük özveriyle hanımına da ahirete uğurlamasına hatta genç yaşta olmasına rağmen, hiç evlenmemiş kendisi ekmek parasına koştururken babamı yakındaki bir Rum köyüne tahsil için göndermiş. Rum köyüne gönderme sebebi şu, o zamanlar “elif be te se” demek bile hapse girme sebebi. Ezanların susturulmaya çalışıldığı, dinle alay edildiği, gâvur gibi yetiştirilmenin övüldüğü bir dönem. O dönemde köylerdeki camiler, medreseler Kur’an-ı Kerim okutanlar aranıyor hapse atılıyordu. Fakat Rum köyleri aranmıyordu. Dedem de Babam rahmetliyi Rum köylerinde bir mağarada müderrisin huzurunda ders okumak için göndermiş. Rahmetli babam “biz Arapçayı öğrenmeden önce ekmek peynir alabilmek için Rumcayı öğrendik bir buçuk ay içerisinde” derdi. Meşhur İstanbul Çarşamba’da bulunan Mahmut Efendi’nin babamın medrese arkadaşı olduğunu söylersem oradaki eğitimin nasıl bir eğitim olduğu hakkında da fikir edinmiş oluruz. Daha sonra babam rahmetli, İstanbul’a değişik vazifelerle geliyor ve genç yaşında iken İstanbul Kartal Cevizli ’de yaptığı vaaz- ü nasihatler neredeyse halkı galeyana getirecek seviyeye geliyor. 

Milli Türk Talebe Birliği gibi İslami hassasiyeti bulunan cemiyetlerdeki faal rolü, ayrıca Adnan Menderes’ten sonra yeni yeni başlayan Haremeyn’e yolculuklar ve insanların irşadı,  aynı zamanda İstanbul merkez vaizliği gibi hususları da perspektif açarsak rahmetli babamın o dönemin insanları tarafından şehadetle tescil edilen bir dava adamı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca babam akla zarar şekilde yani aklın havsalanın almayacağı bir şekilde âlimlere hürmet ederdi. Bunun altını çizmek istiyorum. Rahmetli Ali Yakup Hoca bizim fakirhane de ders verirdi İhya-u Ulumu’d- Din  ve Edebi'd- Dünya ve'd-din eserlerini okuttuğunda Ben deniz 11 yaşındaydım. Hocaefendi’nin abdest alırken havlusunu tutmak çay servisini yapmak gibi işler benim vazifemdi. Bizde, ailemizde asla hoş görülmeyen 3-4 maddeyi sıraladığınızda bu ilk üç maddeye giren şeylerden biri hocaya hürmetsizlikti. Ama bakın herhangi bir dini sahadaki bir hocadan bahsetmiyorum, okul hocasına da bir terbiyesizlik yapmak bir matematik hocasına karşı saygısızlık yapmak bizim için adeta idam fermanı gibi bir şeydi. Saygısızlık yapmak,  ileri geri konuşmak,  edepsizce fütursuzca konuşmak, onlar şaka latife konuştukları zaman haddini bilmeden onlara cevap vermeye kalkmak, bu bizce asla tolerans gösterilmeyecek hiçbir zaman hoşgörüyle karşılanmayacak en önemli hatalardandı. Çünkü şöyle anlardık biz; “ bir insan alim olmayabilir fakat ilmini hürmetsizlik yaptığında alimle tamamen irtibatı kesilebilir ve Allah’ın huzurundan da ta’d edilebilir, O sebepten Allah’ın gadabına uğramamak ve cemiyette böyle bir ahlaksızla meydan vermemek üzere çok sıkı bir eğitimden geçtiğimizi söyleyebilirim. Ne kadarını aldım, bunu ne kadar başarabildim o ayrı tartışılır. Ama bize intikal eden bu. Ali Yakup Hocama havlu tutarken babam şöyle derdi; “havluyu tutacaksın abdest alırken, uzatacaksın Hoca havluyu yüzüne uzattığında hani seni görmeyecek şekle geldiğinde hemen sakladığın ayak havlusunu uzanıp eğilip ayaklarını kurulayacaksın. Görürse müsaade etmez bak sakın bunu gösterme hocanın dikkatini çekmeden fırsat vermeden bunu yapacaksın yoksa seni paralarım”

 Ve biz böyle alıştık. İmam Hatip’e başlarken Muzaffer Efendi’nin Mehmet Zahid Efendi Hazretleri’nin dualarını alarak okula başlattı.  Ve bizim ev bildim bileli babamın cebinde para olmasa bile, esnafa borç yaparak yine hocalara misafirlere ikram eder ve aklın havsalanın alamayacağı bir şekilde hizmet ederdi. Bu konuyu şöyle toparlayalım Ali Yakup Hoca rahmetli babama derdi ki “azizim sen cömert değilsin sen deli cömertsin senin durumunu kitaplar yazmıyor”. Allah razı olsun babacığımın üzerimde ne kadar hakkı vardır onu bilemem fakat hocalarla üstatlarla ve onlara saygı ile alakalı bize verdiği terbiye açısından düşündüğümde babamın hakkını ödemekten aciz olduğumu düşünürüm.

 

 "İlkokul öğretmenime “hemen dininizi tazeleyin kâfir oldunuz” dedim"

Fatma Tunçer Öncü: Okul maceranız nasıl başladı?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Beş buçuk yaşında Fatih İlkokulu’na başladım. İkinci günde okulda gerildik. Çünkü öğretmenimiz talihsiz bir konuşmada bulundu, buna müteakiben daha talihsiz bir sözü de ben söyledim.

 

Fatma Tunçer Öncü:  Bu sözleri hatırlıyor musunuz?

 

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Salı günüydü yani okulun ikinci günü. “evet, çocuklar” dedi .”Eğitim alacaksınız, bu okulda sıraları doldurdunuz, dünyayı öğreneceksiniz, hayatı keşfedeceksiniz. Bakın Allah baba bize neler vermiş, tabiat ana bize neler sunmuş”  ben hemen elimi kaldırdım “Allah hiçbir zaman baba olmaz siz bu sözünüzde kâfir oldunuz, tabiat ana tabiri de bizde asla bulunmaz. Bu sözü söylediğiniz için hemen dininizi tazeleyin. Şu anda siz kâfir oldunuz” dedim.  “Ne kafiri!!!”filan derken sınıf karıştı “ne biçim konuşuyorsun sen terbiyesiz” diye tepki verdi.  Tabi bu sonunda eve intikal edince kimse bana madalya filan vermedi.  Üçüncü gün annem okula çağrıldı “asla merak etmeyin bir daha konuşmaz öğretmene itiraz etmez” sözü verildi.

 

Fatma Tunçer Öncü: İlk hafta için baya zor bir durum, peki sizi durdurabildiler mi?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: İkinci haftaydı, o zamanlar şöyle bir adet vardı; öğrenci velileri her gün sırasıyla bizim beslenme saatinde yemek getirirlerdi. Pastaneden bir şeyler alırlardı ya da börek çörek gibi şeyler yapılırdı. Hiç unutmam bir arkadaşımın annesi o zaman içinde süper lüks sayılabilecek kıyafetler giyiyordu. Sınıfa girdiğinde kürklerinden dolayı filan bizi şaşırtıyordu.  O teyze bize pufböreğinin içerisinde sosis getirdi. Yani sosisli puf böreği. Sosis! Bizim ne evimize asla girmez. Tabi o zaman herkesçe malum helal sosis diye bir şey yok. Ben o sosisi görünce dayanamadım. Öğretmene konuşmayacağım ama arkadaşlara konuşabilirim diye düşündüm. Sosisi aldım elimde bir peçete ile tuttum çöp kutusuna doğru gittim. Sınıfta 5-6 veli var öğretmen de orada. Herkes sıcak sıcak börek yiyor. “Arkadaşlar bu böreğin içerisinde haram olan bir sosis var. Ben bunu yemem” dedim sosisi çöp kutusuna fırlattım.  Ama iş burada kalmadı en az 15-20 arkadaş ayağa kalkarak hepsi ellerindeki sosisleri çöpe attılar.  O gün o yemeği veren kişi çıldırdı tabi  “kim bu çocuk deli mi? yobaz mı?” diye bağırmaya başladı. Sınıf karıştı,  tekrar annem çağırıldı. Yine madalya takmadılar ama annemin çimdiklerinden farklı madalyalar vücuduma işlemiş oldu.  Tabi onları da anlıyorum “bize problem çıkartma biz zaten zor bir hayat yaşıyoruz” çünkü o zaman Müslüman’ım demek bir şeyleri anlatmak başa dert bir şey “ayrıca bir de okulla uğraşmayalım” diyorlar.

 

Fatma Tunçer Öncü: Sonuçta başka bir vukuat olmadan okul bitti mi?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Aslında ilkokul hocam benden hazzetmezdi. 4. Ve 5. Sınıfta öğlenci oldum. Fatih Camii’ne Cuma namazına giderdim.  5-10 dakika geçe sınıfa gelirdim kapıyı vururdum, açardım. Hocaya nerden geldiğimi söylememe gerek yok anlardı “geç geç” derdi Hocam beni en arka sıralara koyardı Ama ben hiç ona karşı saygısızlık etmedim. Ama 5. Sınıfta muazzam bir hadise yaşadım.  Okulumuza yeni bir müdür muavini geldi çok uzun boylu bir zattı. Acaba çocuk olduğum için bana öyle geliyor dedim ama ileriki yaşlarında da gördüm, hakikaten uzun boylu birisi hakikaten uzun boyluymuş 2 metre yakınmış boyu. Dediler ki bizim sınıf hocamız din dersine girmeyecek bir mevzuat değişikliği var müdür yardımcısı artık din derslerine girecek.  Ben de bunu duydum.  Din dersi başlamak üzere öğrenci zili çaldı, 5 dakika sonra öğretmen sınıfa gelecek. Ben de gittim hoca yeni bir hoca olduğu için tahtaya Arapça harflerle “Esselamu aleykum” yazdım.  Yazdığım yazıyı da hatırlıyorum “aleyküm” derken mim iyice aşağı sarkmıştı. Şu an yazdığım yazı gözümdedir. Ve geçtim arka sıraya oturdum, arkadaşlarım da “ne yazıyor orada diye bakıyor”.  Hoca içeri girdi “merhaba arkadaşlar” dedi uzun bir süre tahtaya baktı baktı baktı baktı “bunu kim yazdı” diye o devasa boyutuyla acayip bir diyaframla seslendi. Ben tabi ilkokul birin ikinci gününden beri pişmişim artık. Dedim ki “Fatih yeni bir mücadele başlıyor korkmana gerek yok, Ashâb-ı hatırla mücahitleri hatırla, dayak yiyeceksin ama önemli değil” hadiseye böyle bakıyorum. Çünkü hoca çok iri. Ve hesap ediyorum vurduğu zaman tahtaya yapıştırır. Gururla korktuğum halde korkusuzmuş gibi yaparak  “ben yazdım öğretmenim” dedim. “buraya gel” dedi.  Kalbim yerinden fırlayacak, artık o yol bitmiyor. Yanından geçtiğim arkadaşlarım “eyvah” diye söyleniyor. Geldim hocanın karşısında durdum.  “elini uzat” dedi. Ben de elimi uzattım cetvelle vuracak diye. Hoca elime elini uzattı çevirdi ve öptü şaşırdım ben baktım hocam ağlıyor. “Adın ne senin?” dedi “Muhammet Fatih” dedim “peki yavrucuğum” dedi elini başıma koydu sınıfa döndü “arkadaşlar” dedi arkadaşlar tabirini ilk defa ondan duydum, çocuklar demedi arkadaşlar dedi. “arkadaşlar bu arkadaşınız şu anda  dini hususta benden daha bilgili ben böyle yazı yazamıyorum” “Fatih kardeşiniz ben derse girmediğim zaman sizin dersinize girecek kendisini dinlemezseniz size ceza veririm,  benim de hocamdır” dedi tekrar elime uzandı öptü ve beni sıraya gönderdi.  Ben o hocamı hala rahmetle anlarım. 

 

Fatma Tunçer Öncü: İlkokul hocanızı da aynı şekilde mi anıyorsunuz? Hani sizi sevmeyen ve hislerini de daima belli eden hocanızı?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Tabi ilkokul hocamı da rahmetle anarım. Çünkü üniversite bire giderken hocamla seneler sonra Fatih Akdeniz Caddesi’nde karşılaştık. Gördüğümüz edip üzere, Önümü ilikledim ve eline uzandım, öptüm. “Ne yapıyorsun Fatih” dedi “imam Hatip’i bitirdim şimdi üniversiteye gidiyorum, bir yandan da Arapça öğreniyorum siz afiyettesiniz inşallah “dedim. Şöyle durdu, “seninle biz okulda anlaşamadık ama bir şey söylemek zorundayım senin kadar bana saygı gösteren bir talebem olmadı” dedi.  Ve şu andaki terbiyenden dolayı da hem anneni tebrik ediyorum hem seni tebrik ediyorum oğlum ben seninle iftar ediyorum” dedi ve o benim için çok önemli olmuştur bizim insanımızı hiçbir zaman hakaretle göz ardı etmemek. Kaç yaşında olursa olsun ister başı açık olsun, ister başka düşüncede olsun ahlâka hepimizin ihtiyacı olduğunu ve bizim insanımızın muhakkak içinde bir güzellik olduğunu ben o kadar medrese tahsilinden değil, yine ilkokul hocamın bana bu sözünden almışımdır. Bu söz benim insanlara bakış açımı ciddi şekilde etkilemiştir.  Hala hocama dua ederim. “Allah onu inşallah cennetine dâhil eylesin” diye.

 

Fatma Tunçer Öncü: Peki, çocukluğunuza dönüp baktığınızda kendinizi nerede görüyorsunuz?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Fatih Camii’nde… Fatih camii benim oyun alanımdı, güreştiğim yerdi. Dinlendiğim yerdi ve bizim için Fatih muhiti kendiliğinden insana eğiten bir muhitti. Fatih’te olmanın, Fatih Sultan’ın civarında olmanın ve o çağda Fatih semtinde bulunmanın şükrünü ödemekten acizdim.

 

Fatma Tunçer Öncü: İlkokuldan sonra imam- Hatip’e başladınız, o dönem siyasi olarak zor bir dönemdi sanırım

 Muhammed Fatih Çıtlak: İmam Hatip maceramız siyasi çalkantılarla aslında çok güzel olmamıştır siyaset bu ülkeyi abad etmemiştir, rezil etmiştir. Ve bu ülkede maalesef bizim dönemde -bu sözümü belki birçok kişi beğenmeyecek ama- Türkiye’de dinin insanlara geçmesine en büyük mani teşkil eden şeyin siyaset olduğunu düşünüyorum.  Keşke din siyasetle veya siyaset konuşulurken keşke edin söylemeli ile anlatılmasaydı.  Güzel ahlakla, hizmetle, insanı kazanmakla anlatılsaydı.  Mihrapta ve kürsüde konuşulan sözleri birebir Millet Meclisi’nde konuşmanın ben bizim çocukluğumuzda bize yarar getirdiğini asla düşünmedim. İslam’dan bahseden siyasetçi abilerimizin dini hassasiyetten uzak şekildeki yaşantıları,  siyasi çalkantılarla insanların birbirine selam vermeyip hizipleşmeleri ve âlimlerin siyasi görüşleriyle veya dışardan devşirme siyasi mihrakların getirdiği taşıdığı fikirlerle yozlaştığı ve kamplaştığı bir dönemde bendeniz o günün siyasetçilerine hayır dua bile etmeye inanın ki istek duymuyorum. Benim dönemim çok sancılı bir dönemdi. Çünkü biz o dönemde ne gençtik ne çocuktuk,  tam orta yerdeydik.  Siyasetle insan kazanılmayacağı kanaatine ben o zaman sahip oldum.

 

‘BEN BU SAATTEN SONRA HANGi MUHABBETiN iZiNi SÜREBiLiRiM?’

 Fatma Tunçer Öncü: Bir de kitaplarınızda bahsettiğiniz anneleriniz var? Kimlerdir anneleriniz ve sizin hayatınıza nasıl dokundular?

 

 Muhammed Fatih Çıtlak:  Annelerimizin ve babalarımızın etrafında birçok insanla tanışırız. Onlar bizim karakterimizi şahsiyetimizi birçok huyumuzu şekillendirir. Biz maalesef kendi başımıza yetiştik gibi düşünür bunlara pek vefa göstermeyiz. Aslında benim etrafımda birçok hoca birçok anne birçok babamın arkadaşı varmış gibi telakki ediliyor ama mesele o değildir.  Mesele vefa konusunda aldığımız terbiyedir. Bir ahiret annemi,  bir Saime Anneyi, bir Hümeyra Anneyi, Masume Anneyi ben zikretmezsem haksızlık yapmış vefasızlık etmiş olurum.  Ve bunları zikrettiğimde insanlar bir düşünürlerse muhakkak etraflarında bu anneler mevcuttur. Annelerimin her birinin ayrı bir özelliği vardı; Saime Anne, Abdülaziz Bekkine, Hasip Efendi ve Mehmet Said Efendi Hazretlerinin kâtibeliğini yapmış, öğretmen ama aynı zamanda kerameti zahir bir veliyye hatundu.  Aşikâre kerametine onlarca defa şahit olmuşumdur. Hala kendisiyle görüşürüm,  ahirete intikal ettiği halde.  Hümeyra Anne meşhur imam Hatipleri açan Celal Hoca’nın kerimesidir. Nasıl bir insandır? Ben anlatmayayım. Onu Celal Hoca söylesin,  Celal Hoca kürsüde dermiş ki; “beni kızım irşad etti”.  Doktor Hümeyra Tıp fakültesinden ilk defa başörtü olarak mezun olan ve birincilikle bitiren bir insandır. Birçok Müslüman hanımefendinin de tedavi görmesine vesile olmuş, fi sebilillah fukaraya bakmış bir insandır. Mehmet Zahit Efendi Hazretleri’nin Hac ziyaretinde hekimliğini hemen yanı başında yapacak şekilde de o feyiz membaından istifade etmiş bir Nakşi Şeyha bacısıdır. Bendeniz daha doğmadan erkek mi kız mı olduğum bilinmeden Fatih diye ismimi vermiştir.  Hala kendisinden dua isterim hala kendisinden feyiz almaya gayret ederim. Ahiret annemiz, sultan Abdülmecid’i görmüş, o elinde beyaz eldivenleri ile bize gelen, fevkalade güzel bir İstanbul Türkçesi ile tam bir İstanbul hanımefendisiydi. Frapan dekolteli ya da makyajlı olduğundan değil, nur gibi simasıyla muazzam Türkçesiyle muhteşem bir Allah korkusuyla, Kuran-ı Kerim’i dinlediğinde konuşuyorum mest olup bağrı yanacak ve ortam müsaitse sayhalar atacak kadar bir âşık anneydi. Küçüklüğümde hanım mevlitlerine de kabul edilirdim. Yaş haddi uygun olduğu için. Orada erkeklerden daha güzel mevlid okuyan, mevlithan hanımlara da şahit oldum. Her biri nurdan insanlardı. Rabia Anne ’ye yetiştim. Rabia Anne için Gönenli Mehmet Efendi derdi ki “onun cenazesinde tabutunu insanlar taşımadı, melekler aldı Fatih Camii’nin minarelerinden uçurdu”. Böyle insanların elini öpmek, dualarını almak nasip oldu.

 

Fatma Tunçer Öncü: İnsanın karşısına çıkan insanlar ve bulunduğu ortanım kader çizgisine ne kadar yakın olduğunu da görüyorum hayatınızda hep müstesna şahsiyetler ve ilim meclisleri var.

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Şu anda şayet insanlar güzel kabul ettikleri bir şeylerden bahsediyorlarsa bunu bendenizle beraber yâd ediyorlarsa, hemen hemen üzerimdeki tüm bu güzelliklerin o güzel insanlardan her birinden aldığım bir hatıra bir yâd edilme bir şeref olarak görmekteyim.  Şu anda aldıklarımın üzerine bir şey eklemedim. Hala o sermayeden yiyorum dersem doğru bir söz sarf etmiş olurum. Ama bu zatlardan ne al ne alıp almadığı mı ne kadar istifade ettiğimi onların müstesna şahsiyetler olduğunu daha sonraki yaşlarımda Gönenli Mehmet Efendi, Mürşid- i Ekmel’im olan Muhibbi Efendi’nin sohbetleri ve nazarlarıyla öğrenme fırsatını buldum. Onun öncesinde de hep böyle ilim meclisleri ile haşır neşir olurdum.15-16 yaşındayken gençlere Hatmi Hacegah yaptırma iznim vardı.  İlk mürşidim yani Gönenli Hocamın emanet ettiği zat, çok genç yaştayken fakire Halvetiye’den bir izn-i icaze verdi. 21-22 yaşlarındaydım. Eski Osmanlı kıyafetlerine, Meşahih türbelerine, onların nasıl giydiklerine, nasıl zikir icra ettiklerini hep merak duydum. Bu merakla beraber onlar da bizi kapı dışarı etmediler ve öğrettiler anlattılar. Güzel ahlaklarından bahsettiler, ben de çok faydası oldu mu olmadı mı o tartışılır ama onlardan dinlediklerimi aktardığım insanların çok faydalandıklarını gördüm ve çok güzel şeylerde yapıldığına şahit olmaktayım. Allah hayal bile edemeyeceğim nimetleriyle ikramlarıyla insanlarıyla beni buluşturdu. Şükürden acizim.

 

Fatma Tunçer Öncü: Hiç olumsuzlukla karşılaşmadınız mı?

 

Muhammet Fatih Çıtlak: Olumsuzluklar oldu, çok sıkıntılar oldu, hiçbir zaman keyfim yerinde ağzımın tadı yerinde gibi olmadı. Herkese el üstünde tutmadı.  Hakarete iftiraya uğradım.  Ama onları kendi kulluk eksikliğimden daha dikkatli olayım diye Allah’ın bir lütfu olarak gördüm. . “Bu insanların attıkları iftiralar doğru değil ama ya doğru olan şeyleri konuşsalardı, doğru olan tespitlerle yanlışlıklarımı konuşsalardı o da Allah’ın bir lütfudur” diye düşünüyorum. Yapmadığım şeyleri Allah bana iftira şeklinde getirerek beni adeta beni koruduğunu muhafaza ettiğini düşünüyorum. Şu anda tek duam huzurlarına erişerek feyz aldığımı zatların ahirette yanlarına gittiğimde rezil olmamaktır. Şu anda benim hayatta başka bir gayem yok. Ben bu zatları huzuruna gittiğimde “biz sana bunları emanet olarak verdik, sana bunları anlattık, sen ne yüzle geldin de şimdi bu şekilde karşımıza çıktın” derlerse, Allah’ın azabı, Aleyhissalatu Vesselam Efendimizin cemaline bakmak onlar zaten beni aşan şeyler…  Ama ben birebir tanıdığım insanlara karşı rezil olursam cehennem hayatı işte o an benim için başlamış olur. İnsanlarla uğraşmam,  yaptığım işlerde meşguliyetim üzerimde bana verilen emaneti boşa çıkarmamak adına bir mücadele bir gayretten ibaret.   Bu arada iyi dediler Allah razı olsun kötü dediler Allah ıslah etsin. Bu çok umurumda değil, ben nasıl hesap vereceğim?  Ben büyüklerimden bunu gördüm. Bunun için ne yapmam lazım? Olamadım yapamadım bırakayım mı? Başka kapı yok ki! Bu saatten sonra hangi kapı beni kabul eder, Allah kapısından başka, Evliya kapısından başka, hangi adam beni kabul eder? Çocuğun bile beni tanımaz; yaşım ilerlediğinde ben belki çocuğumun evinde bile rahat edemeyeceğim.  Ama ben hala Sadrettin-i Konevi Hazretleri’ne gittiğimde karşılanıyorum. Hala Mevlana Celalettin Rumi Hazretleri’ne gittiğimde bağrına basıyor. Hala bir büyüğün kabrine bir eserle müracaat ettiğimde, sen buraya giremezsin demiyor o kapı bana hep açık.  Bir insan en az köpek kadar vefalı olması lazım değil mi? Ekmeğini yediği, suyunu içtiği yere bir bağlılığı olması icap etmez mi? Ben bu saatten sonra hangi muhabbetin izini sürebilirim? Hangi mesleği yapabilirim? Hangi işle uğraşırsam uğraşıyım bendeniz o güzel insanların mesleğinde ve ahlaklarında olmak için gayret edeceğim. Terk edemem ki başka kapı bilmiyorum çünkü.

 

Fatma Tunçer Öncü: Bu sözlerden sonra soru sormak gerçekten zor zor ama İmam- Hatip Lisesi dönemine gidecek olursak? Orada aradığınızı bulabildiniz mi?

 

Muhammet Fatih Çıtlak: İmam- Hatip çok bugün film yapsam abartmış canım Hababam Sınıfı bu kadar denilebilecek enteresan insanların bir arada bulunduğu bir yerdi.  Şimdi bir gözünüzde canlandırın Fatih’in en eski kıdemli hocaların hocası denilen zatlar da dersinize giriyor. Bu arada hukuki bir şekilde cezai müeyyide için Doğu’dan İstanbul’da sürülmüş bir hoca da dersinize giriyor. Birisi Fenerbahçe- Galatasaray maçını anlatıyor ders kaynıyor birisi İngilizce konuşmaktan aciz olduğu halde İngilizce dersine giriyor. Kuşlara buğday attığımızda sözlüden 10 aldığımız bir biyoloji hocamız vardı mesela. Ama bunun yanında kendisini gördüğümüzde Allah diyebileceğimiz veli insanlar vardı. Bir kısmı biz onlarla eğlendik, bir kısmıyla biz eğlendik onlar bizi idare etti. İmam-Hatip’te gördüğüm hocalar ve talebeler hayatımın ondan sonraki döneminde gördüğüm insanlar bakımından mukayese ettiğimde, anormallik olarak ifade edebileceğim bir insan laboratuvarı şeklindeydi. Fakat eğer o siyasi çalkantılarla talebelerin hocaları dövdüğü ve bunu yaparken İslam adına yaptığı bir dönemde, eğer Gönenli Mehmet Efendi’nin Sultanahmet’teki vaazlarına -Cuma öğleden sonra okulu kırıp da yok yazılmayacak şekilde de sınıf başkanını ayarlayıp Sultanahmet’e gitmeseydim-  Gönenli Hocam olmasaydı,  okulda Seyyid bir tarih hocam vardı O olmasaydı, Allah korkusu ve Kuran-ı Kerim’e muhabbeti ve namazdaki ciddiyeti ile iftiharla andığım merhum Edebiyatçı Zeki Ekici Hocam olmasaydı ben herhalde imam- Hatip’i namazsız bitiren güruhtan olacaktım.  Çünkü maalesef İmam- Hatip dinde bizi ciddiyetten ziyade ciddiyetsizliğimizi dinden aldığımız fetva ile bir şekilde dengeleme yoluna doğru da itti. Çok boştu çünkü insanlar, çocuğumuz esrarkeş olmasın,  içkici şarapçı olmasın onun bunun ırzına namusuna dalmasın  diye çocuklarını İmam- Hatip’e  gönderiyorlardı; kimse hoca olsun diye  çocuğunu imam- Hatip’e göndermezdi. 

 ‘Cenabı Pir’in dehşet sözleri bazen bir beyti tüm uykularımı kaçırıyor’

  

Fatma Tunçer Öncü: İmam- Hatip’ten sonra neler değişti hayatınızda?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: İmam Hatip’ten sonra Mısır’a tahsile gitmek üzere bir medrese tahsilim başladı. Şark usulü dediğimiz Tille menşeili bir hocadan ders gördüm. Ama ondan önce İmam-hatiplerin ilk dönemdeki ilk hocalarından Mahmut Bayram Hoca vardı, 85 yaşındaydı.  Yaşlandığı için sadece kızlara ders verirdi. Tek erkek öğrencisi bendim. Allameydi, çok pratik şekilde ders anlatırdı fakat bir gün dedi ki “ben çok yaşlandım sana ders veremeyeceğim, yeni bir hoca geldi İstanbul’a, 38 yaşında, yani oğlum yaşında neredeyse ama allame” dedi Bu zat 20.000’den fazla sayfayı ezberinde tutan bir zattı. İzhar’a12 senedir bakmamış bile, artık tamamen bildiği için. Bu zattan ben,  metin ezberi yaparak yani -okuduğunuz kitabı sadece ders olarak okumuyoruz ertesi gün okuduğumuz sayfayı ezber veriyoruz-;  Ezzi’yi izhar’ı, Katünnedai’yi, Acrumiyye’yi, Elfiye’yi Molla Camii gibi kitapları ezberliyoruz.  O şekilde evinde derse başladım.

 

Fatma Tunçer Öncü: Sonra Mısır’a mı gittiniz?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Hocam Mısır’a gitmemi istemedi. “Mısır’a gidersen turist rehberi olursun, sonra tercümanlık yaparsın ilmin durur” dedi. “Bu arada üniversiteye gir kazanırsan hem Arapça oku hem üniversiteye gir” dedi. Türkoloji’yi kazandım hiç çalışmamıştım. Fakat nasıl olduysa denk geldi demek ki hocamdan derse devam ediyorum, bir taraftan da Türkoloji’ye gidiyordum.

 

Fatma Tunçer Öncü: Klasik medrese eğitiminden sonra üniversite ortamını nasıl buldunuz?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: İlk sene aslında okulu bırakmak istedim. Çünkü berbat bir eğitimi vardı. Kayıtlara girsin bu! 10-15 sene aynı dersi fotokopiden okuyan profesör; adı profesör olup bizim medeniyetimizle uzaktan yakından alakası olmayan tuhaf Jön Türk tipinde hem aydın geçinen hem de bizim kendi medeni paradigmalarımızdan çok çok uzak insanlar. Şöyle bir hadise de yaşadım üniversitede Tevfik Fikret’in Haluk’unu ve Mehmet Akif’i kıyas ediyordu hocamız. Mehmet Akif’e hakaretvari sözler söyledi, biraz gericidir şudur budur deyince,  ben elimi kaldırdım “Mehmet Akif’e hakaret eden bir hocadan bir kimseden not almak benim için aşağılamadır! Sizden ders almayı reddediyorum” dedim sınıftan çıktım. Böyle bir hava artık ama üç sene o hoca derse geldi. Ne finallerine girdim ne bütünlemelere ne vizelerine…  “Aşağılanmaktır sizden ders almak dediğim” için ondan sonra talebeleri de beni mimlediler, ciddi şekilde okulum uzadı. Hatta okulu bitiremeden askere gitmek zorunda kaldım.

 

Fatma Tunçer Öncü: Okuldaki bütün hocalarla mı sorun yaşadınız?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Beni o okulda tutan biri vardı. Okulda kalmamın tek sebebi Amil Çelebioğlu Hocaydı. Bu hazret, Hazreti Mevlana’nın neslinden geliyordu. Ama her böyle nesilden geliyoruz diyenlerle kıyaslamayın, Amil Çelebioğlu Hoca hakikaten baktığınızda ilmi ile terbiyesiyle nezaketi ile merhametiyle asla gıybet ve dedikodu etmemesi ile hiç kimseye iftira etmeyecek ahlak-ı Muhammedi’si ile yola hizmet ettiren, kendisine hizmeti düşünmeyen tam bir “Çelebi”ydi. Asistanken Süleyman Nahifi Efendi’nin “dinle neyden kimin hikâyet etmede ayrılıklardan şikâyet etmede” diye başlayan birebir manzum tercümesini kaleme alan, bunu daha doğrusu asistanlık tezi olarak hazırlayan bir zat. O zattan dört sene metin şerhi dersi aldım. Benim Marmara Üniversitesi’nde Türk dili ve edebiyatında okuyup buradan mezun olacağım veya bu okula devam edeceğim kararımı Amil Çelebioğlu etkilemiştir. Ben sadece onun için okula gidiyordum. Hocam başka mahfillerde şöyle söylemiş. “Fatih Çıtlak isminde bir çocuk var onu yetiştirip artık emekli olacağım”. 1990 senesinde okulumu bitirmek için azmim var. Hocamın bu sözün duyduğumda da çok sevinmiştim. 90 senesinde hocam hacca gitti, garip bir tevafuk 90 senesinde ben de ilk haccımı yaptım. 22 yaşındaydım. Benim hocam tünel hadisesinde şehit oldu. Bu benim için odaların tavanına tepeme yıkılmasıdır. Bitti benim için üniversite. Hocam şehit olmuştu. Biz o tünel hadisesinde biz de hactaydık. O kadar üzülmüşümdür ki. Fakat ondan aldığın feyiz hala bugün metin şerhinde bana rehber olmuştur. Hala hocama bazen rüyalarımda tenezzül eder görürüm, çok özlerim, ümit ediyorum inşallah ahirette de onunla görüşürüm. Fevkalade bir insan, hatta şöyle bir şey nakleder hanımı “hanım galiba ben buradan sağ çıkamayacağım, zaten rüyada görmüştüm hakkını helal et olur mu” diye hanımı ile helalleşecek kadar lafta değil hakikatte Çelebi bir insandı.

 

Fatma Tunçer Öncü: Bu arada bir çok alanda da eğitim almaya devam ediyorsunuz değil mi?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Hocamdan aldığım metin şerhi ile beraber, Hazreti Pir, işte o dönem Semazenlik meşki.. Semazen yetiştiriyorum… Konya’ya gelip gidiyorum… Cenabı Pir’in dehşet sözleri bazen bir beyti tüm uykularımı kaçırıyor. Bir gece sadece onunla meşgul oluyorum. Böyle çekiyor bir şeyler.  Bu arada devam ederken, hocamdan başka türlü feyizler aldım. Bir yandan hat hocalarımdan her biri ayrı kıymettir. Hasan Çelebi Hoca Saim Özer Hoca, Ali Rüştü Hoca… Mesela İskenderpaşa ’da hatta başladığımda orta birdeydim. Bir sene de erken gittiğimi düşünün 11 yaşındaydım.1978 yılında Rika yazısıyla ders aldım.  Saim Hoca’ya Süleymaniye Camii’ne hat dersine gittiğimde 79-80 senesiydi. Nesih hattını ondan aldım nesih ve sülüs de de sana izn-i icazet verdim demiştir Saim Hoca…  Fakat ben yazımı beğenmediğimden tekrar Hasan Çelebi’ye sıfırdan “rabiyessirden” başladım. Sonra Ali Alpaslan Hoca’dan talik yazısına üniversiteye gittim. Yazıyla benim maceram, insanlara göstermek değil yazıda kaybolmayı severim, yazıdan zevk almayı severim. Yazının bir tılsımı vardır sanki yazarken tüm hattatlarla bir alışveriş içeresinde olduğumu düşünüyorum. İstanbul’da kırktan fazla Pir vardır, bu kırk Pir’in neredeyse otuz beşi hattattır. Onlarla aynı işi yapıyormuşçasına bir neşe unsurudur benim için hat. Kendimi anlatma gösterme ifade etme şeklim değil, onların kendilerini ifade ettiği sahada sohbette bulunma isteğidir. Ebru’yla bir müddet uğraştım Neyzen olmak istedim sonra Ney’e hakaret olur benimle neyzen olmam, bu işi yapamayacaksam hiç girmeyeyim dedim. Neyi ve diğer musiki enstrümanlarını dinlemekle iktifa ettim.  Musikide kendim mırıldanmak için zikir meclislerinde okumak için ilahi öğrendim. Albümlerim oldu, ismimi yazmadan şu an piyasada sekiz on albüm var, benim sesimden koro çalışmalarım var bunları isimsiz olarak çıkarttım. Ayrıca 90 senesinden sonra süpervizörlük yönetmenlik bant tiyatroları ile uğraştım onlarda maişet için veya benim hobim gibi olduğu için.  Allah Teâla sevmediğim bir işi yaptırmadı. Bunu da dualara bağlıyorum. İnsanlar Başka başka şeylerle uğraşırken ben dua almakla uğraştım diyebilirim.

  

"Bir imanla gittim bin imanla döndüm"

 

 Fatma Tunçer Öncü: Farklı birçok alanlarda birçok hizmetiniz var? Bunun maddi bir karşılığı var mı?

  

Muhammed Fatih Çıtlak: Babam rahmetli çok cömert olduğu için ve devamlı talebelere burs verdiği için insanlar bizi çok zengin zannederdi. Hâlbuki talebelik zamanında bir simit bile alamayacak dönemlerim olmuştur.  Cebimde para yoktu, kendi söküğümü falan dikerdim ama tanınmış bir aile olduğumuz için bu sıkıntılarımız insanlar bilmemiştir. Hatta değişik tezat haller yaşamışımdır. Mesela belli kurslara medreselere gittiğimde Anadolu’dan çok fakir fukara çocuk gelirdi beni İstanbul’un şımarık zengin çocuğu gibi görürler “tabi sen ne anlarsın bizim çektiğimizi ne bilirsin diye “hâlbuki inanın ben onların yaşadığı hayatı yaşamazdım. Bunu insanlar ibret alsın diye söylüyorum. 75 gram 100 gr kıyma aldığın zamanlar vardır. Cebimdeki paradan dolayı simit alamadığım günler çoktur. Öğlen yemeği olarak yarım ekmeği boş olarak yediğim çok günüm vardır benim. Hatta çocukların yanında utanırdım sigara içen liseli abilerin yanına giderdim. Onların takıldığı büfe ayrıydı illegal işler olurdu orada. “Geldin mi şişko? “derlerdi tatlı niyetine benim ekmek yediğimi zannederlerdi. Yemek yedim yemekhanede. Üzerine de tatlı yerine obur olduğum için yarım ekmeği taze taze yediğim düşünürlerdi. Ve alay ederlerdi. Hâlbuki iş öyle değildi ancak yarım ekmek alacak param vardı bunları yaşadım ben çocukluğumda.  Hatta hamallık da yaptım bir depoda eşya taşıdım. Bilgisayar almak istiyordum o zaman yani tuhaf gelecek size ama 92 senesinde ilk çıkan bilgisayarlardan. Hocamın sözlerini bir yerde toplamam lazım daktilo yavaş oluyor. “Bunlar gidecek kaybolacak” diye bilgisayar almam lazım. Hani kocaman ekranı olan düğmesine bastığınızda yani açılıp ısınmasını beklerken boş geçirmemek için yerde mekik filan çektiğiniz zamanlar. Yani öyle ağır makinalar ama çok kıymetliydi. Bir çorapçıda hamallık yaptım. Ertesi gün gittiğimde iş tulumum kurumamış olurdu o kadar çalışıyordum kamyonu tek başıma indirip bindiriyordum. Belimi de orada incittim zaten.

  

Fatma Tunçer Öncü: Yani şeyhiniz için mi yaptınız bunu? Hiçbir kan bağınız ya da özel yakınlığınız olmayan birine bu kadar hizmet etmek günümüz koşullarında pek kolay görünmüyor?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Güzel muhabbetli insanlardı nasıl olmasın. Düşünün 14 sene gidiyorsunuz haftanın üç günü dört günü görüşüyorsunuz.  Hiç soru sormadan düşündüklerinizin cevabını veriyor. Siz bu insanı nasıl terk edebilirsiniz? Rüyalarınıza giriyor! Ertesi gün yapacağınız işleri rüyanızda size söylüyor. Anlatıyor; sana birisi gelecek böyle bir röportaj yapacak şunları yap diyor mesela. Sabah kalkıyorsun sizi telefonla arıyorlar, sizlere röportaj yapmak istiyoruz.

  

Fatma Tunçer Öncü: Rüya gören kişiyle mi ilgilidir? Görülen kişiyle mi?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Rüya ayrı bir ilim… Mesela ertesi gün röportaj yapacağımı ben bilmediğime göre bunu rüyada bana söyleyene görünüyor demektir.

  

Fatma Tunçer Öncü: O nerden biliyor?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Allah bildiriyor olabilir mi sizce? Allah için meçhul mü?  Allah için meçhul değil. Allah kimlerle bildirir rüyayla bildirir. “nübüvvet 46 cüzdür benim gitmemle beraber nübüvvet gidecek o 46 yüzden birisi olan rüya kalacak” buyuruyor efendimiz. Ümmeti Muhammed’den rüyayı çıkarırsınız din biter. Böyledir siz şimdi oryantalist sosyalist kısmen komünist ve başka ne ist olduğunu bilmediğimiz bazı ilahiyatçıların sözlerine bakmayın. Ezanın okunmasından tutun da birçok hadisi şerife kadar Kur’an-ı Kerimdeki ayetlere bakın rüya ilmi diye bir şey vardır. İnsanlar rüyayla saptırılıyormuş! Bugün insanlar Kur’an ayetleriyle de saptırabiliyor. Biz daha dindarız diye de saptırılabiliyor.  Diyanetin bir hocası da farklı konuşabiliyor; Diyaneti mi kapatacağız? Yoktur mu diyeceğiz? Kuranı mı kaldıracağız? Bunları doğru anlamak icap ediyor. “ben hiçbir zaman Allah’a lüzum yok bana bu söylendi, ben buna taparım” demedim. Hep Allah’ın lütfu olarak gördüm. Nitekim aynı şekilde bir eğitimin 14 asırdır devam ettiğini ve kıyamet sabahına kadar bu eğitimin devam edecektir sözünü iyi hatırlamak iyi anlamak lazım. Hala da günümüzdeki insanlar bu rüya ile alışveriş yapıyor. Bazı zatların manevi tedrisatlarında bu rüyalarla ders okuyor ders görüyor eğitim alıyor hala devam ediyor.  Biz bunun son kuşağı değiliz. Bizden sonrakilerde bunu yapıyorlar.  Ve acayip mesela bir insanı dinliyorum ben, 30 sene evvel falanca kişinin gördüğü rüyanın aynısını şimdi torunu görüyor; ve birbirlerinden haberleri yok..  Nasıl oluyor bu? işte buna diyorlar zaten tarikat terbiyesi… Böyle zatların yanlarında bulunmak nasip oldu. İmam- Hatip, medrese tahsili, okul, faaliyet falan derken askerlik araya girdi,  bendeniz askerliği Şırnak’ta yaptığım da çok şehit verilen bir dönemdeydik.  En şiddetli terör hadiselerinin en çok şehit verdiğimiz dönemde Şırnak Gülyazı’da askerlik yaptım. Bir imanla gittim bin imanla döndüm. Allah’ın bizim insanımızı koruduğunu en iyi askerde gördüm. En büyük ihanetinde askeriye içerisinde olduğunu gördüm bu millete ihanet edenlerin askerini üniforması içinde bulunduğunu da gördüm.  Allah bu millete yardım ediyor bunu orada müşahede ettim. Ve iyi askerlerle hala görüşürüm.  Ben orada Allah’ın inayetini gördüm. Şehitlerin ölmediğini askerde gördüm. Allah Teâla’nın anne baba duası alarak o ocağa giden kişilerde nasıl kolaylıklar, nasıl kerametler ihsan ettiğini gördüm. “Milletimiz bu kadar ihanete rağmen nasıl hala nesillerini birikimini muhafaza ediyor, Allah’ın inayeti olmazsa ne yapardık acaba” sözünü en çok askerde söylemişimdir. Manevi büyüklerim kendilerinden feyiz aldığım zatlar beni askerde de bırakmamışlardır.

 

Fatma Tunçer Öncü: Şeyhiniz mi?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Evet, hayatımızda bir 91 senesinde Gönenli Mehmet Efendi’nin rıhleti vardır. Gönenli Hocam göçmeden bir hafta evvel, “oğlum haftaya Cuma akşamına hazırlığını yap göçüyorum” dedi. İlk mürşidim de  “sekiz sene üç ay kaldı” dedi.  Sekiz sene üç ay sonra da kendisi göçtü. Ondan sonra biz bir anda yaşlı oluverdik. İnsanlar bir anda dönüp bize bakar hale geldi. Keşke zamanında onlardan daha çok istifade etseydik. Ben onların yanında konuşmadım. Ama zaten çok konuşana çok biliyorsun hadi uğurlar olsun denir. Bazı yerlerde susmakla insan feyz alır. Bazı yerlerde konuşmakla… Konuşulacak yerde susulur susulacak yerde konuşulursa insan mahrum kalır.  Aynı bunun gibi kendimizi çok az bir emekle, çok az ve birikimle bir anda etrafımızda hoca hocam gibi sözlere maruz kaldım. 

  

Fatma Tunçer Öncü: Bu büyük bir sorumluluk olmalı.

 

 Muhammed Fatih Çıtlak: Bu çok acı bir tecrübe, çok üzücü bir hal; peki ne yapacağız şimdi geri dönüp kaçamazsınız ileriye gidip haddinizi aşamazsınız. “Doğruyu, güzeli dilimiz döndüğünce ve aradan kendimizi çıkartarak ne kadar aktarabiliriz” diye çalışmaya başladık. Bu arada televizyon programları başladı,  talepler oldu. İlk TRT’nin canlı yayınında etrafta böyle cıvıl cıvıl insanlar var, hiper aktifim ben, birisi hareket etse dikkatim dağılır. Çok korkuyor yönetmenler; olacak mı olmayacak mı? İlk canlı yayın tecrübem 98 senesinde oldu. Aktüel kamerayla Eyüp Sultan’a bağlandılar.  “konuş” dediler “ne olur heyecanlanma” “tamam” dedim. Aklıma büyüklerim geldi dedim ki tam ifade etmek isterim içimdeki konuşmayı “sen Mehmet Zahid Efendi’nin Gönenli Mehmet Efendi’nin huzurunda onların cemalini bakma cesaretini göstermiş insansın” bu ne k i dedim baktım ki kameranın içine “Hacer-ül Esved’e benziyor” tamam dedim. Ben ona bakarak konuşayım. Sonra yönetmen dedi ki “sen benle dalga mı geçiyorsun” dedi “hangi hususta” dedim “ilk defa mı konuşuyorsun sen kameraya” dedi “evet” dedim. “Bırak Allah’ını seversen” dedi “oruçlu yalan söyleme” Kendilerine göre bir yetenek keşfettiler TV maceramız öyle başladı.

  

"Her okuyan mezun olmaz, fakat okuyanlardan çıkar mezunlar"

 

 Fatma Tunçer Öncü:Televizyon çok riskli hele ki canlı yayın… Rahatlığınızı neye bağlıyorsunuz?

 

Muhammet Fatih Çıtlak: Biz safahatı çocukken okurduk, orada bir telaffuz hatası yaptığımızda tüm hane halkı, “böyle mi okunur oğlum, böyle telaffuz edilir mi” diye söylerlerdi. Bizim eğitimimiz ailede devam etti. E- ü diyerek konuşmak, lüzumsuz mimik yapmak, karşındakine hakaret etmek, hakaret eder gibi konuşmak. Mesela “evli miyiz?” ne biçim soru bu sanane!. Mesela “Siz Fatih Çıtlak mı oluyorsunuz?” olduysam oldum olmadıysa bu zamandan sonra bitti zaten. Böyle lüzumsuz sözler biz de çok şiddetle tenkit edilirdi.  O sebepten biz mümkün mertebe hatalı konuşmamaya gayret ederdik. Ama bunu insanlar beğensin diye değil, insana hakaret etmemek ve saygı göstermek adına yapardık. Ulvi konular süfli kelimelerle izah edilmemeli.  Fakat ulvi bir konu konuşuyorum diyerekten insanlar hiçbir şey anlamıyor noktasına getirmemeli, bunun dengesini yapmaya çalıştım.  Ortamına göre durumuna göre; bugüne kadar da televizyon programlarında yaptığımız işler, diğer yönetmenliğini yaptığım işler, albümler çalışmalar birincilikler kazandı, ödül kazandı. Bunu bir talih olarak görüyorum bir de titizlik olarak düşünüyorum. Titizlenirim, en iyisini yapmaya çalışırım çünkü hocalarımdan öyle gördüm. Büyüklerimden öyle gördüm. Yaptığım işi en önce benim beğenmem lazım ki karşıdakinin beğenip beğenmemesi o artık takdir. Çünkü kalpleri Allah yönlendirir. Yani şu soruyu sorduğumuzda aslında verilen cevap durumu özetleyecektir. Bugün başarılı olarak gördüğümüz insanlar, acaba onlardan daha başarılı insanlar olmadığı için mi bu zirveyi paylaştılar? Yoksa talih mi? Takdirdir bu… Allah Teâla’nın takdiriyle olmuştur. Tabii ki o takdirin tecellisi için bir yerde bulunmak lazım; her okuyan mezun olmaz, fakat okuyanlardan çıkar mezunlar.

 

Fatma Tunçer Öncü: Şimdi tasavvuf konusunda bilgi almak istiyorum sizden, mesela siz Cerrahi misiniz?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: 21 yaşındayken Cerrahi ’den hilafet aldım. Sonra Kadiriye, Rufai’ye, Nakşi, Çiştiyye…

 

Fatma Tunçer Öncü: Yedi tane tarikatın şeyhi misiniz? Bu nasıl oluyor? 

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Yedi tarikattan icazet alınıyor. Şimdi bir adam hem Sanat Fakültesi’ni bitirip hem edebiyatı hem Arap Farsı bitiremiyor mu? Bunun gibi düşünün fakülteden diploma alıyorsunuz…

  

Fatma Tunçer Öncü: Bir de günümüzde herkesin kafasında bir derviş imajı var ama sizin diğer tasavvuf mensuplarından farklı bir yanınız var. Programlarda sert çıkışlarınız da oluyor.

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Şimdi bizim insanlarımızın hatta bunu Konya özelinde de düşünebiliriz en büyük problemi her şeyi bilmeleridir. Bilirler yani. Fakat bilmezler “benim dinle alakam yok” diyen bir insana dinden bahsettiğinizde dinler, sizin gözünüzün içine bakar. Ama babası hacı olmuş, İmam- Hatip’e gitmiş onlara bir şey anlatamazsınız. Peki, biliyor mudur? Hayır!  Tasavvuf da böyle algılanıyor. Kafasına vur al ekmeğini! Yok, gidin hala birçok türbede Teber vardır, balta vardır bunları herhalde tırnakları kesmek için saklamıyorlardı.  Alperen dervişleri vardır, cihada çıkmışlar vardır. İslam aleyhine bir hareket olduğunda kadıya iş intikal etmeden, fütüvvet ehli hallederdi onu.  Dervişlikte mesele yerine göre konuşmaktır. Yerine göre konuşmak; haddini bilmeyene haddini bildirmek kırk yetime kaftan giydirmektir. Haddini bilen adamı da incitirseniz bu Allah’ın gadabına duçar olmaktır. Mesele yerinde hareket etmektir. Tasavvuf terbiyesinde yerinde isabetli hareket etmeye irfan denir, bunları tavsiye eden gösteren zatlara da Arif denir. Ve arifleri anlayan zatlara da derviş denir hepsinin yeri vardır hepsinin sahası vardır.

 

Fatma Tunçer Öncü: Bütün çalışmalarınızda insanların yoğun ilgisiyle karşılaşıyorsunuz? Nasıl bir his bırakıyor sizde?

 

Muhammed Fatih Çıtlak: Şimdi insanımızda bendeniz şunu gördüm, doğruyu konuştuğunuzda, eğer onun şahsı ile alakalı bir hakaret derdinde değilsiniz; onu küçümsemiyorsanız ona merhamet ediyor ve hakikaten ona sevgi besliyorsanız bizim insanımız gibi şu anda yeryüzünde bir millet olduğuna ben inanmıyorum. Ben benim insanımı çok seviyorum. Serserisi bile şereflidir. Onda bile bir damar vardır, nasıl olmasın genetik yapısına işlemiştir. O ayyaş berduş sarhoş dediğiniz adamı biraz karıştırın dedesi ya şeyhtir ya şehittir. Muhakkak işlemiştir bir damarına. Ben ona nakledemiyorsam problem bendedir.  Tüm anlatımlarımı da şu 3 şeye dikkat ederim 1-Konuştuğum insanlar benden akıllıdır;  çocuk bile olsa…  Mesela on yaşında bir çocuk dinliyor diyelim, seyirciler arasında bir çocuk var.  Bu çocuk benim on yaşındaki halime göre daha akıllıdır o yüzden bu çocuğun orada oluşuna göre bir şey yapmam lazım aklını küçümsemem. 2- Hitap ettiğim insanların hepsini istisnasız Allah’a benden daha yakın olduklarını düşünürüm. Anlayışı, din algısı, bilgisi benden az olabilir; fakat şöyle bakarım hadiseye, benim gibi 14 sene Gönenli ’ye gitti mi? Hayır. Hacı hocaların evinde mi büyüdü? Hayır. Mahallesi’nde kim vardı ona dinini anlatacak? Kimse yoktu.  Benim eriştiğimiz zatların yüzde birine bu insan erişseydi şu anda beni geçer miydi? Geçerdi.  O, o şartlara göre belki Allah’ın daha sevgili kuludur. Allah bana benim edindiğim birikime göre soracak. 3. İse bana ayrılan süre içeresinde ben mevzuyu öyle anlatayım ki; madem benden akıllılar madem benden daha Allaha sevgililer bu insanlar bu konuşmayı bu konuyu dinledikten sonra bir daha bana ihtiyaç duymasınlar. Tüm televizyon programlarımda ve konferanslarımda hep buna dikkat etmişimdir. Bir de tabi arada bazı dikkat ettiğim şeyler var; bana ait olmayan ve beslendiğim, kaynak olarak zikrettiğim şeyleri muhakkak “hocamdan duymuşumdur” derim. Onu kendi sözüm gibi satmak istemem.  Bu bendenize göre ukalalık en hafif tabiriyle gibi vardır vefasızlıktır. Bugün telif hakkı denilen bir şey var; sadece Hazreti Mevlana sözlerini kullandığım için veya Türk milleti; siyasetçisinden öğretmenine kadar Hazreti Mevlana’nın sözlerini kullandığı için Cenabı Mevlana’ya telif ödemeye kalksa bugün Türkiye’nin bütçesi buna yetmezdi. O yüzden biraz edepli olmak haddini bilmek icap eder. Size özel bir şey anlatayım ben. Çünkü KONTV bir vakıf televizyonudur.  Şimdi bunu anlattığımda insanlar farklı şeyler söyleyebilir hiç umurumda değil çünkü artık bu saha ölüyor, ölmemeli… Bu saha berduşların ve sahtekârların pençesinde kıvranıyor. Bu saha kendilerine göre körler sağırlar birbirini ağırlar noktasına geliyor.  Bu kadar ucuz değil Mevlevilik…  Dünya üzerinde bu kadar çok tanınan,  Piri bu kadar çok meşhur olan,  fakat bu kadar meşhur olduğu halde evradı, eskarı, seyr-i sülüku bilinmeyen başka bir tarikat yok.  Meçhuldür… Bir Mevlevi nasıl yaşar?  Meçhuldür.  Tuhaf şeyhlikler,  acayip mevzular, bunlarla alakalı biz Mevlevi’yiz demeler. Yani şöyle anlatayım. Yeğeni yazın dayısına yardım etmek için köye gitmiş.  Hasat mevsiminden sonra da buğdaylar değirmenciye teslim edilmiş. Değirmenci de gayrimüslimmiş. Dayı yeğenine demiş ki; “yeğen kalk gidelim değirmenciye orada çuvallarımız unlarımız var hadi ilk işin bu olsun yardım et” gitmişler değirmene. Dayısı demiş ki yeğen sen aşağıda bekle demiş aşağıda da un teknesi var. Öğütülen un aşağıya düşüyor. Dayı yukarıya çıkmış “beş çuval alacağım altı çuval alacağım” derken münakaşa başlamış gayrimüslimle dayı arasında.  Yeğen de aşağıdan seyrediyor.  Gayrimüslim iri yarı, yeğenin dayısı da çelimsiz… İtiş- kakış derken un teknesinin içine yukardan aşağı yuvarlanmışlar. Yeğen eline bir odun almış,  çünkü dayısı mahvolacak kurtarması lazım, adam gavur gibi vuruyor… Dayı bağırıyormuş yani vur vur diye çocuk bakmış; ikisi de beyaz; “Gâvur kim? Dayım kim?” demiş. Şu an da durum bu.

  

‘Cenab-ı Pir zuhur etti’

  

Fatma Tunçer Öncü: Sohbetimizin sonunda size bazı kelimler söyleyeceğim. Tek kelime ile de sizdeki yansımasını öğrenmek istiyorum

 

Yalnızlık:  Kesret

 

Dert: Allah

 

Şems: Mevlana

 

Zikir: unutmamak

 

Yorgunluk: nefis

 

Derviş: Hak

 

Devlet: iman

 

Aşk: Aşk

 

Gelecek: An

 

Sultan: Rasul

 

Evlat: Amel

 

Çaresizlik: Yok

 

Vera: Hazreti Muhammet (S.A.V)

 

Mevlana: Hu

 

Amaç : cemal

 

Eser : Ayet

 

Korku: Küfür

 

Çare : dert

 

Sevgili : o

Çok teşekkür ederim. 

 

Fatma Tunçer Öncü: Artık röportajımızın sonuna geliyoruz. Pendik Yunus Emre Kültür Merkezi’nde devam eden ve Cumhuriyet tarihindeki katılımı en çok ve en uzun süreli kültürel faaliyet olan Mesnevi Sohbetleri’ ni sormak istiyorum. Nasıl Başladı bu hizmet?

 

Muhammet Fatih Çıtlak: Dediler ki Pendik’ten mesnevi dersi istiyorlar. Dedim ben! Mesnevi dersi vereceğim çarpılırım dedim. Dediler ki Emin Işık Hoca da böyle söylüyor, falanca zat da okutur diyor,  Hüseyin Top Hoca da şöyle söylüyor. Tamam, nasıl yapacağım? Korka korka gittim gusül abdesti aldım. Dibace-i Mesneviden otuz beş kırk kişi gelmiş; Mehmet Akif kültür merkezi… Bana bakıyor teyzeler ablalar abiler… İşaret bekliyorum; işarette yok. Bizim meşrepte işaret almadan bunlar yapılmaz. Yok, görünmüyor söylenmiyor bir şey ilk g-hafta böyle geçti. İkinci hafta Cumayı Cumartesiye bağlayan akşam, Cenab-ı Pir zuhur etti. Boyu apartman kadar ama huzuruna gidiyorum aşağı doğru iniyor yine de beş metre filan boyu var. Mübarek dizine yatıyorum,  öpüyorum dizini; “Efendim mesnevi dersi verdiler, ben ne yapacağım? Diyorum. “ üzülme oğlum insanlara lazım olan ahlak-ı Muhammediye’yi anlat,  aralarında meşveret etmeleri aile hukukunu arkadaşlık hukukunu anlat, biz senin arkandayız” diyor. Ondan sonra ben korkusuzca cumartesi derslerine gitmeye başladım. 4-5 ders sonra, Mehmet Âkif Kültür Merkezi’nin iki yüz küsurluk istiabı, tamamen doldu.  30-40 ders sonra gelenleri aralara oturtmak hatta sahneye çıkartmak zorunda kaldık. Kayıt almaya müsaade etmiyorduk; kâğıtlar gelmeye pusulalar yazılmaya başlandı. “Yer işgal etmemek için ailecek gelmiyoruz oğlumu gönderdim, çocuğumu gönderdim, gelinimi gönderdim lütfen bari kayıt almamıza müsaade edin,  çünkü orası tıklım tıklım oluyor” diye.  Pendik’te o güzel hamiyetli cemaat sahip çıktı. Şu anda geldiğimiz noktada Pendik bir mektep oldu. Mesnevi dersleri lokomotif oldu. “uzak yere oraya mı gideceğiz Pendik’e düşmedik artık” diyen abilerimiz hocalarımız birer birer gelmeye başladılar. Şu anda yirmiden fazla kişi Farsçasından Mesnevi-i Manevi okuyup anlatabilecek seviyeye geldiler. Mektep oldu orası. Evet, oranın bereketiyle biz bu dersleri devam ettiriyoruz. Hala 350-400 kişi, iki 2- 2,5 saat adeta nefes bile almadan o dersleri dinler, fakire tahammül ederler ve oradaki derslerin feyzi bir farklı olur. Pendik’e karşı o yüzden benim bir vefa borcum vardır. Çok severim oranın insanı, artık onlarla akraba gibi olduk zaten.  Bu bereketi hep yaşarım tıkandığım, metin içinden çıkamadığın zamanlar olmuştur. Onu da şöyle hallediyoruz; tavsiye edilir. Nasıl çıkarsınız nasıl halledersiniz işi? Sorarsınız tat vermez Mesnevi’nin beyti, bu değil dersiniz. Öyle edersiniz böyle edersiniz,  anlatıp geçseniz mesele yok, kimse olmadı demez size.  Ama dedim ya siz almıyorsunuz tadını…  Böyle durumlarda da şöyle yaparım hiç kimseye haber vermeden uçak bileti alırım Konya’ya gelirim, Türbeye gelirim niyazımı yaparım, tekrar dönerim o beyitler açılır. 

 

Fatma Tunçer Öncü: Nasıl yani?

 

Muhammet Fatih Çıtlak: Anlattığım bu, bu kadar… Ben de bilmiyorum nasıl yaptıklarını… Mesele “la ilahe illallah” sözü ben yokum sen varsın demektir.  Allah’a söylenmiş sözdür. Siz hiç puta tapan insan gördünüz mü? Ama putperestten farksız olan bir ahvalimiz var.  Neden? Kalplerimizde put var. “la ilahe”  “ilah edinebilecek hiçbir benlik, hiçbir ego yok; illa Allah sen varsın” diyorsunuz.  Neyi kendinize mal edebilirsiniz ki? Namazdan sonra diyorsunuz ki “la havle vela kuvvete illa billah” bu namazı ben kılmadım sen ihsan ettin diyorsunuz. Hangi işi ben yaptım diyebilirsiniz ki? Günahlarımız bize aittir.  Ayet-i kerime ile sabittir “bi nefsik”  der Hazreti Allah, hasenat güzellik Allah’a aittir.  Çirkinlikler ise nefsimizdendir. Bir nefsimizin zülüm ettiğimizi idrak ederek tövbe ederiz, tövbe ettikçe de Allah bize güzellikler ihsan eder.  İnsan bu dünyaya iki şey için gelmiştir. Allah’a karşı tövbe etmek kuldan da özür dilemek. 

 

Kaynak:https://konhaber.com/haber-herkeste_farkli_bir_sir_vardi-952458.html

 

 esi belirler.

Son Düzenlenme Cumartesi, 16 Şubat 2019 03:28