Mesnevî-i Şerif'ten Hikayeler(5)
Eski vak'aları bilip söyleyenlerden bir hikaye dinle de, bu üstü örtülü sırdan bir koku al.[1]
Bir yılancı, efsunlarla yılan tutmak için dağlık yerlere gitti.[2]
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı, nihayet aradığını bulur. İki elini de aramaktan çekme. Aramak, yolda en iyi bir kılavuzdur.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar; gamdan kurtulmak için gam yiyip durur. O da karda kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan arayıp durmaktaydı. Derken bir dağda, iri bir ölü yılan gördü. Şeklinden bile gönlü korku ile doldu. Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü ejderhayı gördü. Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için o yılan aldı.
İşte sana halkın bilgisizliği! İnsan, bir dağa benzer. Dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana hayran olur? Zavallı âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi. Fazilet makamından gelip, bu noksan âlemine düşüverdi. İnsan kendisini ucuza sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı gitti! Yüz binlerce yılan ve dağ ona hayranken, o niçin hayretlere düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı aldı; halkı hayrete düşürmek için Bağdat"a getirdi. Birkaç kuruş kazanmak için, o çadır direği gibi ejderhayı çekip sürükledi. “Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektim” diyordu. O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti; çünkü ejderha diriydi. Kıştan, soğuktan donmuş, kaskatı kesilmişti. Diriydi, ama ölü gibi görünüyordu.
MECALİS-İ SEB'A
Yard. Doç. Dr. Nuri Şimşekler S.Ü.Fen-Edebiyat Fak.Öğ.Ü.
“Yedi Meclis” adını taşıyan bu eser de Mevlâna’nın çeşitli zamanlarda kürsüden ve toplantılarda verdiği yedi vaazın yazılmasından oluşmaktadır. Eser, muhtemelen Mevlâna’nın Şems’le karşılaşmalarından (29 Kasım 1244) önce verdiği vaazların oğlu Sultan Veled veya başkaları tarafından dikte edilmesiyle bir araya getirilmiştir. Kitabın bazı bölümlerinde Sultan Veled’in İbtidânâme adlı mesnevîsinden de beyitlere rastlanması bu eserin Sultan Veled tarafından oluşturulduğu veya bazı tashihler yapıldığı intibaını vermektedir.Yine, I. Bölüm’de (Meclis) Şems’in Makâlât’ından bazı hikâyelerin aktarılması; Şems’le karşılaştıktan sonra da Mevlâna’nın bir veya birkaç kez vaaz verdiği hususunda bize ışık tutmaktadır.
Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr’e göre daha az yazması bulunan bu eserin en önemli ve en eski yazması Mevlâna Müzesi Kütüphanesi’nde 79 no’lu mecmua içerisindedir. Mevlâna’nın Fîhi mâ Fîh ve Mektûbât adlı eserlerinin de bulunduğu bu mecmua, 1351-1354 yılları arası istinsah edilmiş ve Gölpınarlı’ya göre her üç eser için de en sağlam nüshalar olarak değerlendirilmiştir.
Eser ilk olarak “Mevlâna’nın Yedi Öğüdü” adıyla tercüme edilmiş ve Farsça metniyle birlikte 1937 yılında yayınlanmıştır. Farsça metnini (Prof.) Dr.F.Nâfiz Uzluk’un; tercümesini ise M.Hulûsi Karadeniz’in yapıp Ahmed Remzi (Akyürek) nin gözden geçirdiği bu neşir bazı dizgi ve tercüme yanlışlıklarından dolayı eleştiri almıştır.
Hayatının büyük bir bölümünü Mevlâna ve Mevlevîlik araştırmalarına adayan Abdülbaki Gölpınarlı, Mecâlis-i Seb’a’yı da tercüme etmiş ve açıklama ve indekslerle birlikte 1965 yılında Konya’da yayınlanmıştır (138 s.). Bu tercüme 1994 yılında tekrar yayınlanmıştır (İstanbul,143 s.).
Mevlâna hayatı boyunca 7 defa mı vaaz verdi? sorusuna kesin bir cevap bulamamakla birlikte; bu eseri oluşturan vaazların, genellikle Cuma Namazında istek üzerine verilen hutbelerden(?)oluştuğunu tahmin etmek bir cevap olabilir. Zaten Mevlâna’nın çeşitli yerlerde ve cemaatlarda yaptığı sohbetler ve açıklamaları genellikle Fîhi mâ Fîh adlı eserinde yer almaktadır. Yani rahat bir değerlendirmeyle söyleyecek olursak; Mecâlis-i Seb’a resmî vaazların toplandığı bir eser; Fîhi mâ Fîh ise hâl ehliyle yapılan sohbetlerin yazıya aktarıldığı bir kitaptır. Her iki eserin dili, hitap şekli ve konuların işleniş tarzından da bunu anlamak son derece kolaydır.
Her Meclisinde farklı, dinî ve toplumsal olayların ele alındığı Mecâlis-i Seb’a’nın ana Meclis konuları şu şekildedir:
11.Ayet
قَالُواْ يَا أَبَانَا مَا لَكَ لاَ تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ
Kalu ya ebana ma leke la te'menna ala yusufe ve inna lehu lenasıhun.
Babalarına şöyle dediler: "Ey babamız Yûsuf hakkında bize neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz."
Kelime |
Türkçe Anlamı |
kök |
|
1 |
kalu |
dediler ki |
|
2 |
ya ebana |
babamız |
|
3 |
ma |
neden |
|
4 |
leke |
sen |
|
5 |
la |
||
6 |
te'menna |
bize güvenmiyorsun |
|
7 |
ala |
hakkında |
|
8 |
yusufe |
Yusuf |
|
9 |
veinna |
oysa biz |
|
10 |
lehu |
ona |
|
11 |
lenasihune |
öğüt verenleriz |
Rûhu'l-beyân fî tefsîri'l-Kur'ân İsmail Hakkı Bursevî eserinde;
Rivâyet edilir ki Yûsuf’un kardeşleri Yahuda’nın görüşü üzerinde ittifak ettiler.
Babalarının yanına gelip şöyle dediler: “Bahar geldi, her taraf yeşerdi. Ne olur Yûsuf’u bizimle kıra gönderseniz de bir gün etrafı temâşâ etse, gezip dolaşsa.” Yâkub (a.s.):
“Yûsuf’un yanağındaki baharın güzelliğinden ayrı kalarak bülbül gibi benim gözümün hazan olmak istemesi revâ değildir. Siz gülzara gidin, ben hicran dikeni hanesinde tutulup kalayım, öyle mi?” diye cevap verdi.
Dostlar zevk u safâ baharında gülerler
Ben gam bucağında dertliler gibi kederli ve mahzun
Oğulları Yâkub (a.s.)’ın sözleri karşısında diyecek bir şey bulamadılar. Yûsuf’un yanına varıp şöyle dediler:
Gül mevsimi iki üç gündür, ganîmet bilin
Ki başka vakit hazan yağması olmak ister
Yûsuf temâşâ sözünü işitince onun mübârek hâtırı kıra gitmeyi arzu etti. Kardeşleri ile babasının önüne geldi. Babasının izin vermesini ricâ etti. Kardeşlerinin kendisine söylediği sözün mazmûnunu Yâkub (a.s.)’a arz etti.
Bu dar halvetteyim, gönlüm sahrâya gitmeyi çeker
Çünkü seher rüzgârı bostandan hoş haber getirir
7.Ayet
لَّقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِّلسَّائِلِينَ
Le kad kane fi yusufe ve ihvetihi ayatun lis sailin.
Andolsun Yûsuf ve kardeşlerinde soranlar için ibretler vardır.
|
Kelimeler |
Türkçe Anlamı |
kök |
1 |
lekad |
andolsun |
|
2 |
kane |
vardır |
|
3 |
fi |
||
4 |
yusufe |
Yusuf |
|
5 |
ve ihve tihi |
ve kardeşlerinde |
|
6 |
ayatun |
ibretler |
|
7 |
lissailine |
soranlar için |
لَّقَدْ And olsun:
Bu yeminleri şu şekilde özetleyebiliriz:
Kur’ân, âlemlerin Rabbi sıfatıyla Allah’tan, kullarına gelen İlâhî kelâmlar mecmuâsıdır. Bizim fikir, algılama ve anlayış seviyemize inen Kur’ân-ı Hakîm’in, âyetlerinde ve beyanlarında yeminli ifâdelere yer vermesi de bizim algıladığımız biçimde anlaşılırlığını, ciddiyetini ve sözlerinde hilâfı olmadığını anlamamızı sağlamak içindir. Cenâb-ı Hak, bazen yeminle âyetlerini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş; bazen de bir takım varlıkları yemin konusu yaparak bu varlıkların insanlık için değerine ve kıymetine işâret etmiş ve dikkatleri bu varlıklar üzerine çekmiştir.
Cenâb-ı Allah, insanların âyetlere olan îmân ve güvenlerini temin etmek, verdiği haberleri kuvvetlendirmek, önemli varlıklar ve nesneler üzerinde tefekkürü teşvik etmek, önemli nîmetleri hatırlatmak; Kur’ân’ın, Kur’ân’ın verdiği haberlerin, kıyâmet gününün, âhiret gününün, öldükten sonra dirilişin, hesabın, cennetin ve cehennemin hak olduğu konusunda, insanları iknâ etmek ve bunlarda muhtemel şek ve şüpheyi ortadan kaldırmak gibi hikmetlerle, âyetlerini yeminli ifadelerle takviye etmiştir.
Konuya mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle bakmamız gerekiyor. Yani, Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, kendi başlarına değerli değil, Allah’ın yaratmış olması itibariyle yücedir, değerlidir ve kıymetlidir. Cenâb-ı Allah Kendi Zâtının yüceliğini bildirmek ve isim ve sıfatlarının tecellilerinin kemâlini ve eşsizliğini göstermek için varlıklar üzerine çeşitli şekillerde dikkatleri çekmiştir. Her şey Allah’ın kudretinin ve hilkatinin eşsiz şekilde tecellisi ve tasarrufu değil midir? Zatı Yüce olan Cenâb-ı Allah, eşsiz ve sayısız isim ve sıfatlarının eseri olan mevcudat üzerine yemin etmekle, aslında kudretinin ve hilkatinin muhtelif tecellilerine, dolayısıyla kudretinin azametine, hikmetinin kemâline, rahmetinin kuşatıcılığına, hilkatinin benzersiz güzelliğine yemin etmiş olmaktadır. (bk. Nursi, Mektubat, s. 378)(https://www.islamveihsan.com/)
"Allah'tan başkası adına neden yemin edilir?" sorusuna Celalüddin es-Suyûti (ö.911/1505) üç açıdan yanıtlar:
1. Güneş, ay, gündüz, gece gibi yemin edilen varlıkların baş tarafında mahzufbir "Rabb" kelimesi vardır. Yapılan yemin, bu varlıklara değil, onların yaratıcısı olan Rablerinedir. Böylece ifade: Güneş'in Rabbine, Ay'ın Rabbine, Yer'in Rabbine, Gök'ün Rabbine şeklinde anlaşılmaktadır.
2. Araplar yemin edilen bu varlıkları tazim ediyorlar ve bunlara yemin ediyorlardı; Kur'an da onların bildikleri, aşina oldukları üslup üzerine indirilmiştir.
3. Yeminler, yemin edenin tazim ettiği ve kendisinin üstünde gördüğü şeylere yapılır, oysa Allah'ın fevkinde hiçbir şey yoktur. Bazen kendi zatına, bazen de yaratıcısına işaret etmesi için yarattıklarına yemin etmiştir.
Rûhu'l-beyân fî tefsîri'l-Kur'ân İsmail Hakkı Bursevî eserinde;
“Andolsun Yûsuf ve kardeşlerinde” yâni Allah’a yemin olsun ki Yûsuf kıssasında ve onun on bir kardeşinin hikâyesinde “soranlar” kıssalarını soran ve öğrenen herkes “için ibretler” yani Allah’ın kahredici gücüne ve yüce hikmetine delâlet eden çok büyük alâmetler “vardır.” Çünkü Yâkub’un büyük oğulları en küçük oğlu olan Yûsuf’u (a.s) zelil kılmaya ittifakla karar verdikten ve yaptıklarını yaptıktan sonra Allah Teâlâ Yûsuf’u (a.s) peygamberliğe ve hükümdarlığa seçmiş, onları da ona boyun eğen ve hükmünü yerine getiren kimseler kılmıştır. Yûsuf’a duydukları kıskançlığın vebâli kendi başlarına dönmüştür. İşte bu, Allah’ın kahredici gücüne ve yüce hikmetine delâlet eden en büyük ibretlerdendir.