Coşar âvîzeler artık, köpürür kandiller;
Bu ışık çağlayanından bütün âfâk inler!
Yalının cebhesi, Ülker gibi, baştan başa nûr;
Nîm açık pencereler, reng ü ziyâdan mahmûr.
Al, yeşil, mâvi fenerlerle donanmış kıyılar;
Serv-i sîmînler atılmış suya, titrer par par.
Dalgalardan seken üç çifte kayıklar sökerek,
Süzülür sâhile, şâhin gibi, yüzlerce kürek.
Bir taraftan bu akın yükseledursun karaya;
Bir taraftan dökülür öndeki saflar saraya.
Rıhtımın taşları, zümrüt gibi, Îran halısı:
Suda bitmiş çemen, üstünde de Sultan Yalısı!
Renk renk açmış o başlar, biriken mahşere bak:
Fes, arâkiyye, sarık, yazma, bürümcük, yaşmak,
Taylasan, takke, nazarlıklı hotoz, âbânî,
Mâvi boncuk, oyanın türlüsü, dal dal yemeni...
Ama birçokları da’vetli değilmiş, kime ne?
Bu açılmaz kapılar, şimdi, açık her gelene.
Avlu, dış bahçe, harem bahçesi, taşlık, yer yer,
Medd ü cezrin ebedî sâhası: Boy boy siniler,
Ki donandıkça o başlarla, hemen, çepçevre,
Tablalar, ay dede çıkmış gibi, başlar devre!
Yayılır baygın, ılık bir buğu, bir tatlı duman;
Çözülür büsbütün âvâre sinirler o zaman.
Kafalar tütsüyü aldıkça döner mest-i hayât;
İki el bir baş için, kim kime artık? Heyhat!
İşte şu hadis-i şerif bu şefaatin bir delilidir:
Yarın hepimizin şah da olsak geda da olsak müsavat ile toplanacağımız bir yer var. İşte orada toplandığımız zaman arşın verasında oranın memuru olan bir münadi şöyle nida edecek.
“Ey ehli mevkıf ! Ey toplan kumandası ile toplananlar! Gözlerinizi kapayın bakalım Hz. Muhammedin kızı Hz. Fatıma geçecek
Filhakika Hz. Fatıma İmam Hüseyin ile kanlı elbiselerini giymiş bir vaziyette geçecek. Arşta kendisine tahsis edilen makamı mahsusuna oturacak. Sonra Cenabı Hak’ka
-Allahım! Oğlum ile oğlumun katilleri arasındaki hükmünü ver diyecek.
Hükmü ilahi verilecek.
Cenabı Hak hükmünü verdikten sonra Hz. Fatıma (A.S) bizi unutmayarak
Ki işin nezaketi inceliği de buradadır.
-Ya Rabbi bizim müsibetimize gözünde nem gönlünde hüzün olanı bana bağışla diye niyaz edecek.
Cenabı Hüda -Derhal istediğin kadar buyuracak.
Ey Müminler!
işte biz bu vesile ile olsun bağışlanırsak, bizim için en büyük bir lütuf değilmidir.
Ya Rabbi bu sözler hürmetine o anda arşın titrediği titreme bahşi için kalbi Muhammedinin Alemi arştan ne bekliyorsa o bekleme aşkı için bizi affeyle. Habibinin habibi seninde mahbubun olan İmam Hüseyin’in parçalandığı gündeki sırra bürünerek huzur-ı sübhaninde şefaat olunmaklığımızı diliyoruz. Bizi boş çevirme
Ya Resulallah! Hikmeti: Ümmeti Muhammede ağlama kapısı açmak olan bu hadisenin hikmetinden bizi de nasibedar et de yakamızı kurtaralım Makamı Zilletten Makamı İzzete çıkalım.
MUHAMMED ŞEMSEDDİN YEŞİL HZ. HUTBELERİM ESERİNDEN ALINTIDIR.
9 MUHARREM 1388
Yüksek Ahlak Derneğî
Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı. Köylü şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu. İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi. Şehirli köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.
Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendimi sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana çıkmaz mısın? Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar. Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım. Soyunu, sopunu, çoluk çocuğunu akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.
Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lalelik kesilir” şehirli başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti. Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der. O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi. müsaade edin de gelecek yıl, işten güçten kurtulursam gelirim” der.
Köylü “ ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı. Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harc eder, onun üstüne kanat gererdi. Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.
O da ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi, içirdi. Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vaat ettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu niceyedir” dedi. Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgarı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”
Köylü, yine şehirliye antlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip elini tuttu. Üç kere ant verdi “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi. Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle laflar eder, tatlı, tatlı vaatlerde bulunurdu. Şehirlinin çocukları “Baba ay ad sefer eder, bulut da gölge de.
Köylü bunca hakkın geçti. onun için nice zahmetler çektin. O da sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister. Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler. Şehirli dedi ki: “yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.
Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer. Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir. İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin. Kaçıp kötülüklerden kurtulasın.
Peygamber “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımın bir tuzak bil. Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak. Dağ keçisi nerede tuzak?” diye koşar. Fakat yürüdü mü tuzağa koşar, boğazından yakalanır. Nerede tuzak diyordun ya, işet buracıkta, bak da gör. Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.
A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur? Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellerini gör! Ey seçilmiş kişi, mezarlığı var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor! O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!
Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline sopa al. Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin. Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma. Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de. Kör bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar. Ey dumandan kaçıp ateşe düşen lokma olan.
Ali TENİK
Bu makalede Nûh Peygamberin birçok din, inanç ve felsefede farklı şekilde yorumlanan peygamberlik görevi tasavvufî bir perspektiften yorumlanmaktadır. Bu çerçevede tasavvufî bir anlayışla Hz. Nûh’un Rasûl misyonu tasavvuf eğitim süreci doğrultusunda işlenmektedir. Tasavvufu bir bütün olarak yaşayan sâlik ve mürşîdlerin istikameti, Nuh’un gemisinin izlediği rotadır. Onların ana gayeside, bütün insanların beşerî tûfânlardan kurtulmaları ve Allah’a kavuşmalarına yardımcı olmaktır. Bu perspektif ışığında bu çalışmada, metaforik anlamda Hz. Nuh’un gemisi ve Nuh tûfânı hakkında bilimsel değerlendirmeler yapılmıştır.
İnsanlığın tarihsel seyrinde farklı din, inanç inanış ve felsefelerde Nûh peygambere, Nûh’un gemisine ve Nûh tûfânına farklı anlamlar yüklenerek değerlendirmeler yapılmıştır. Sûfîler, bu konuyu getirilen yorumların dışında farklı bir perspektifte ele almışlardır. Sûfîlerin Nûh, gemi ve tûfân hadisesine yaklaşımı tamamıyla terbiye/eğitim süreci perspektifinde olmuştur. Onlar, Nûh’u, gemiyi ve tûfânı sûfînin maddî ve manevî oluşum aşamalarını kendi içinde barındıran seyr u sülûk süreciyle eşleştirerek sembolik bir dille açıklarlar.
Sûfîler, Nûh’un gemisini sülûk makâmının en önemli mihenk taşı olarak görmüşlerdir. Sûfî terbiye aşamasında, kendi mürşidine hakîkati öğrenmek ve yaşamak için bağlanan sâlik, insanların ve diğer varlıkların tûfânda kurtulmak için Nûh’un gemisine sığınmaları benzeri bir güvenle yaklaşırlar.
Ayrıca sûfîler, Nûh peygamberi nebi değil, ilk rasûl olarak görmektedirler. Bu nedenle Nûh'un peygamberlik görevine/bisetine büyük bir değer atfedilmiştir. Zira onlar kendilerinin rûh hâlini ma’rifet menzillerin sayısının kendilerine ait olduğu belirtilen ve Allah’ın dostları Âdem, Nûh, İbrahim, Cebrail, Mikail ve İsrafil’in kalp bigisi/hâli üzere olduğunu iddia etmişlerdir. Onun için Allah’ın velî kullarından bazıları, Nûh’un gönül özelliğini taşıdıklarını ifade etmişlerdir. Bu gönül, bütün nesneye karşı apaçık bir nûr, beyazlık, yani renksizlik üzerindedir. Onlar, Nûh gibi, “Rabbim! Beni, anne-babamı ve evime mü’min olarak girenleri bağışla. Zalimlere hareket imkânı bırakma” diye duâ ederler. Bu Allah dostu insanların makâmı, tasavvufî açıdan "kıskançlık" makamıdır. Nûh’un bu hâli üzerinde bulunan kişilerin özelliği ise, kabz/daralma hâlidir. (İbnü'l-Arabî, 1992: II/382).