Bu sayfayı yazdır

Öküz(Nefs) Metaforu

Yazan Write on Salı, 15 Ocak 2019 Yayınlandığı Kategori Tasavvuf Okunma 3310 kez
Ögeyi Oylayın
(1 Oylayın)

 MEVLÂNÂ’NIN MESNEVÎ’SİNDE “ÖKÜZ” METAFORU  Ahmet ÖGKE 

“Hayvan duygusu, o sûretleri (ilâhî tecellîleri) görseydi, öküzle eşek de vaktin Bâyezîd’i olurdu…” 1

(Hz. Mevlânâ) 

Özet

Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde “Öküz” Metaforu
Tasavvuf düşüncesinde “öküz” metaforu, genellikle “yeme, içme, uyku ve cimâ„ gibi hayvânî ve nefsânî sıfatlar” gibi mânâları ifâde etmek üzere kullanılmıştır.
Biz bu çalışmamızda, “acaba Mevlânâ, Mesnevî‟sinde “öküz” metaforunu hangi anlamlarda kullanmıştır?” temel sorusunun cevaplarını arayacağız. Bu bağlamda onun “öküz”e yüklediği “nefs, geçimlik dünyâ malı, hayvânî hislerine kapılıp nefsine uyan kişi, münâfık/iki yüzlü kişi, sahte şeyh/müteşeyyih/şeyh taslağı, mânevî/tasavvufî hakîkatlerden

habersiz kişi, peygamberlerin ve evliyânın dâvetine kulak vermeyen kişi ve âşık” gibi metaforik anlamları irdeleyip anlamaya çalışacağız. 
Giriş
Sözlükte: ‚İğdiş edilmiş erkek sığır; (mecâzen) saf, kalın kafalı, kābiliyetsiz, görgüsüz, beceriksiz kişi‛[1] anlamlarına gelen öküz, tasavvufta metaforik olarak genellikle ‚yeme, içme, uyku ve cimâ‘ gibi hayvânî ve nefsânî sıfatlar‛ı[2] ifâde etmek üzere kullanılan bir terimdir.

 Öküzün Arapça karşılığı olan es-Sevru kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de hiç geçmemekte; buna karşılık el-Bakar, el-Bakara ve Bakarât kelimeleri kullanılmak sûretiyle, erkeğiyle (öküz) ve dişisiyle (inek) bir bütün olarak sığır cinsi kastedilmektedir. Bilindiği gibi, Kur’ân’ın ikinci sûresinin adı da el-Bakara’dır. Bakara, bakarın dişili veya tekilidir. Bakar, mandayı da içine almak üzere sığır cinsinin genel adıdır. Buna göre bakara, erkek veya dişi sığır; yâni bir inek veya bir öküz, bir deve veya bir tosun veyâhut bir manda olabilir.[3]

Hz. Mevlânâ’nın da yer yer referans gösterdiği, Bakara Sûresi 67.–73. âyetler arasında, Hz. Mûsâ(s) döneminde yaşanmış bir olay anlatılmaktadır: Rivâyete göre, çocuğu olmayan bir İsrâiloğlunun tek vârisi olan yeğeni, malına konmak için öldürdüğü amcasının cesedini, geceleyin gizlice başka bir adamın kapısının önüne koyar. Sabahleyin de amcasının, o kimse tarafından öldürüldüğünü iddiâ eder. Olayın intikal ettiği Hz. Mûsâ da vahye dayanarak, onların bir inek kesmelerini ve ineğin bir parçasıyla (kuyruğuyla) maktûle vurmalarını emreder. Onun tanımladığı biçimde bir inek bulup keserler ve kuyruğuyla maktûle vururlar. Dirilen maktûl, kendisini yeğeninin öldürdüğünü söyler.[4]  En‘âm sûresinin 144. âyetinde de Yüce Allah, deveyi de sığırı da iki (çift, dişi ve erkek olarak) yarattığını bildirmekte ve câhiliye döneminde Arapların, bazen hayvanların erkeklerini, bazen dişilerini, bazen de bunların yavrularını haram saymalarının yanlışlığını hatırlatmaktadır. Hemen iki âyet sonra ise (En‘âm, 6/146), Yahudilere, azgınlıkları yüzünden tırnaklı hayvanların tamâmı ile sığır ve koyunun içyağlarının haram kılındığı belirtilmektedir.

 Yûsuf sûresinde bildirildiğine göre, Hz. Yûsuf döneminde hükümdâr, rüyâsında, yedi zayıf ineğin yedi semiz ineği yediğini ve yedi yeşil başak ile yedi kuru başağı görür ve rüyâsının yorumlanmasını ister. O sırada zindanda tutsak olan Hz. Yûsuf, hükümdârın bu rüyâsını, yedi yıl bolluk, peşinden de yedi yıl kuraklık olacağı; bundan dolayı da stok yapıp kuraklık yıllarına hazırlıklı olunması gerektiği şeklinde yorumlamıştır. Bu vesîleyle Hz. Yûsuf zindandan kurtulmuş ve hükümdârın en güvenilir adamı olmuştur. (Yûsuf, 12/43-

55).

 Türk tasavvuf edebiyâtının en seçkin metaforik anlatım örneklerinden biri sayılan ve ‚Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü / Bostan ıssı kakıyıp, der, ne yersin kozumu?‛ beytiyle başlayan şiirinde Yûnus Emre (ö.721/1321), öküz metaforunu, insanda bulunan nefsânî ve hayvânî nitelikleri kastederek şu şekilde kullanmıştır:

Bir öküz boğazladım, kakıldım sere kodum Öküz ıssı geldi, eydür, boğazladın kazımı6

 Yâni: ‚Bir öküzü boğazladım, bastırdım, yere seriverdim / Öküz sâhibi biri gelip bana dedi ki: Benim kazımı niye boğazladın?‛

 Buradaki öküz, bu şiiri yorumlayan İsmâil Hakkı Bursevî’ye (ö.1137/1725) göre; yeme, içme, uyku ve cimâ‘ gibi her türlü hayvânî ve nefsânî sıfatları simgelemektedir. Çünkü öküz, bu tür isteklere pek düşkündür. Beytin ilk mısraında geçen öküzü boğazlamak, bastırıp yere sermek deyimleri, tasavvuf terbiyesiyle nefsi yenmek, onun her türlü kötü vasıflarından kurtulup arınmak mânâsına gelmektedir. İkinci mısradaki öküz sâhibi tamlaması da nefs-i emâresini yenememiş (nefs sâhibi) kişileri ifâde etmektedir. Beytin sonundaki kaz kelimesi ise, yine insan

                                                                                                                                        

yapmayacaklardı. 72. (Ey Yahudiler!) Hani siz bir adam öldürmüştünüz de onun (kātili) hakkında birbirinizle atışmış (suçu birbirinize atmış)tınız. Oysa Allah, gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır. 73. (İşte bunun için) biz: ‚(Kesilen sığırın) bir parçasıyla ona (öldürülen adama) vurun!‛ demiştik. (Onlar da vurunca, ölü dirilip kātilini söyleyivermişti.) İşte Allah, tıpkı bunun gibi ölüleri diriltir ve düşünesiniz diye size âyetlerini (kudretini açıklayan delil ve mûcizeleri bu şekilde) gösterir.

6       Mustafa Tatcı, Yûnus Emre Külliyâtı V – Yûnus Emre Şerhleri, İstanbul 2005, ss. 148-149.

nefsinde bulunan ve fakat temiz şeylere hırs gösterme sıfatını temsîl etmektedir. Çünkü tabiatı gereği kaz ve ördek cinsi, murdar olan pis şeylere değil, temiz gıdâlara hırs gösterir.[5]

 Bu durumda, söz konusu beytin metaforik çözümlemesini şu şekilde ortaya koyabiliriz: ‚Ben, uzun mücâdeleler ve uğraşılar sonunda nefsimi yenip, onun her türlü kötü vasıflarından arınmıştım ki, nefsini henüz yenememiş biri gelip: ‚Sen, benim güzel şeylere olan hırsımı da öldürdün!‛ diye bana hesap sormaya kalkıştı. Çünkü bende etkisiz hâle getirilmiş olan hırs ve tamah gibi nefsânî hasletler, onda diri halde bulunmaktaydı ve bu yüzden gelip benimle tartışmaya girişti. Zira benim nefsim, vaktiyle onun nefsine dost, arkadaş ve hattâ kardeş idi. Ben, kendi nefsimi tasavvufî riyâzet ve mücâhedelerle terbiye edip öldürünce, o da gelip: ‚Sen, benim kardeşimi niye katlettin?‛ diye beni sorgulamaya kalktı.‛8

 Bu kısa girişten sonra, ‚acaba Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî’sinde “öküz” metaforunu hangi anlamlarda kullanmıştır?‛ sorusunun yanıtlarını aramaya geçebiliriz:

 

1.  Nefs

Mevlânâ’nın öküz kelimesine yüklediği en yoğun metaforik anlamlardan biri nefstir. Mesnevî’de öküz, insanın mânevî yükselişine engel olan, onu yoldan alıkoyan, saptıran, hakîkati perdeleyen nefsânî ve bedensel duyguları ifâde etmek üzere kullanılmıştır. Nefsinin esîri olmuş kişiler ise, doymak bilmez bir açgözlü ve bu açgözlülüğü yüzünden de içine düştüğü nefsânî ve dünyevî kaygılar sebebiyle telef olup giden birer öküz olarak tasvir edilmiştir. Bu mânâ, Mevlânâ’nın anlattığı obur öküz hikâyesinde en güzel şekliyle canlanmaktadır:

Büyük bir adada, obur bir öküz yaşarmış. Yüce Allah, o adayı otlarla, çayır– çimenle doldurur; öküz, akşama kadar hepsini otlar, bir dağ parçası gibi şişer, semirir; gece olunca da ‚bütün ovayı otladım, hepsini bitirdim; yarın ne yiyeceğim?‛ korkusuyla derde kapılır; bir türlü uyuyamaz; bu dertle zayıflayıp âdetâ kuru bir çöpe dönermiş. Sabahleyin kalkınca, yine bütün ovayı, önceki günkünden daha yeşil, daha bol çayır–çimenle dolu bulur; yine yer, içer, semirir; geceleyin yine aynı derde düşermiş. Yıllardır bunu görür; fakat bir gün bile Allah’a yine güvenmezmiş. (V/234).[6]

 Hz. Mevlânâ, obur öküzün hikâyesini anlattıktan sonra, bu hikâyenin metaforik çözümlemesini ve asıl vermek istediği mesajı, kendisi şöyle verir:

‚İşte nefs, o öküzdür, ova da dünyâ. Nefs, ekmek korkusu ile dâimâ zayıflar durur. / ‚Gelecek zamanlarda ne yiyeceğim? Yarının rızkını nasıl ve nerede elde edeceğim?‛ derdine düşer. / Yıllardır yedin; yiyeceğin eksilmedi. Artık biraz da gelecek düşüncesini bırak da geçmişe bak! / Yediğin rızıkları hatırına getir; geleceğe bakma da az sızlan!‛ (V/235).

                Mevlânâ’nın burada insanlara vermek istediği mesaj açıktır: Hikâyedeki obur öküz gibi, sürekli dünyânın nefse hoş gelen bedensel lezzetlerinin kaygısıyla boğuşup onun sıkıntısını çekip duracağına; bunları bırak da rûhunu doyuracak mânevî gıdâlara ve hazlara yönel! Seni asıl kurtaracak olan, o mânevî değerlerdir.

 Allah’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmemek için, öküz nefsi sevip durmaktan kurtulmak lâzımdır. Ancak öküz tabiatlı olanlar, kendisine verilen sayısız ve sonsuz nimetleri görür de, onu veren Allah’ı görmezler. Mevlânâ şöyle der:

‚O öküze âşık oldukça, şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın. / Onların da gönüllerinden öküzün hayâli çıkmadıkça, ıssız bir girdâba benzeyen o çölde (dünyâya gönül vermede) kaldılar. / Bu öküzü bir tarafa bırak! Allah’tan sonsuz lutuflara ermiş, nihâyetsiz nîmetler görmüşsün. / Fakat öküz tabiatlısın; onun için o büyük büyük iyilikler, bu öküzün aşkı ile gönlünden gidiverdi.‛ (Nahîfî Çevirisi, VI/352-353).

 Öküz tabiatlı nefsin esâretinden kurtulup rûhî / mânevî yüceliklere yönelmemiz gerektiğini, Mevlânâ’nın bir başka yerde kullandığı, Mûsâ’nın öküzünün kuyruğunun vurulmasıyla dirilen adam metaforuyla daha iyi anlıyoruz:

‚Mâden (içinde rûhî / mânevî cevherler olan kimse) de der ki: ‚Yiğit! Beni bağla! Öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile başıma, sırtıma vur! Fakat deşeleme! / Kamçı yarasından hayat bulayım. Mûsâ’nın öküzü yüzünden dirilen maktûl gibi dirileyim. / Öküz kuyruğundan yapılma kamçının açtığı yaradan iyileşeyim. Mûsâ’nın mûcizesiyle dirilen o öldürülmüş adam gibi canlanayım. / O öldürülmüş adam, öküz kuyruğu kamçısının açtığı yaradan dirildi. Bakır gibi, kimyâ yüzünden altın oldu. / Sıçrayıp kalktı, sırları söyledi, kanını dökenleri gösterdi. / ‚Beni bunlar öldürdü, bu fitnenin tohumunu bunlar ekti‛ diye açıkça söyledi. (Bk. Bakara, 2/67-73) / Bu ağır beden de öldürüldü mü, sırları bilen ruh varlığı dirilir. / O adamın canı, cenneti de görür, cehennemi de.. Bütün sırları da tanır, bilir. / Kanlı şeytanları, hîle ve hud’a tuzağını ve şeytanlıkları gösterir. / Kuyruğunun açacağı yara yüzünden can kurtulsun diye öküz kesmek, yol şartlarındandır. / Sen de tez öküz nefsi tepele de gizli ruh dirilsin, akıllansın.‛ (II/110).

 Buradaki öküz kesmek deyimi ile, Yûnus Emre’nin başta zikrettiğimiz şiirinde geçen öküz boğazlamak deyimi arasında bir benzerlik kurulabilir. Öküz kesmek: Nefsi eğitmek, yenmek, alt etmek demektir. Öküz kesmek, yol şartlarındandır‛ derken Hz. Mevlânâ, nefs terbiyesi yoluyla onun her türlü kötülük, kabalık ve çirkinliklerinin giderilmesinin, temizlenip arındırılmasının, tasavvufun temel esasları arasında yer aldığını metaforik bir dille belirtmektedir. Öyleyse, ruh, bedenin her türlü nefsânî ve hayvânî istek ve dürtülerinden kurtulsun diye, Mûsâ’nın öküzünün kuyruğuyla nefse vurmak; yâni mürşid-i kâmilin nefse ağır gelen birtakım riyâzet ve mücâhede yöntemlerini nefse yüklemek gerekmektedir. Nefsin esâretinden, ancak o zaman kurtulunabilir.

 Zira nefs, kâmil bir şeyhin terbiye yöntemlerine tâbi kılınabilirse, zor da olsa, eninde sonunda kabalıklarından arınıp incelecek, söz dinler hâle gelecektir. Bu durumu, Hz. Mevlânâ şöyle dile getirir:

Nefs, şeyhle adım attığını, ona uyduğunu görürse zorla sana râm olur. / Öküz sâhibi de Dâvud’un sözünü anlayınca râm oldu. / Şeyh sana dost oldu mu, avda aklın, köpek nefse gâlip olur. / Nefs, yüzlerce hîle, hud‘a sâhibi bir ejderhâdır. Fakat şeyhin yüzü, o ejderhânın gözüne karşı tutulan bir zümrüttür. / Öküz sâhibini zebûn etmek istersen, onu eşekler gibi bizle, o tarafa sür, be hoyrat adam!‛ (III/207).

 Şu halde, öküz nefsi dizginlemek isteyen, rotayı meşâyihin güzergâhına çevirmek, onların yollarına râm olmak zorundadır. Nefsi öldürmek, yâni onu denetim altına alıp kendine köle yapmak, ancak şeyhin direktifleri doğrultusunda onu aklın (akl-ı maâd) emrine vermekle gerçekleşebilir. Mevlânâ şöyle der:

Nefsini öldür de âlemi dirilt! Nefs, efendisini öldürmüştür; sen, onu kendine kul, köle yap! / Kendine gel, öküzü dâvâ eden, senin nefsindir; kendisini efendi yerine koymuştur; ululuk taslamaktadır. / Öküzü öldüren de aklındır. Hadi, artık ten öküzünü öldüreni inkâr etme! / Akıl bir esirdir; dâimâ Hak’tan zahmetsizce bir rızık, tabak tabak nîmetler ister. / Onun zahmetsizce rızıklanması neye bağlıdır? Kötülüğün aslı olan öküzün öldürülmesine. / Nefs, ‚Benim öküzümü nasıl olur da öldürürsün?‛ der. Çünkü nefs; öküz, ten sûretidir. / Velînimet-zâde olan akıl, ihtiyaçlar içinde kalmış, kanlı kātil nefs, efendi olmuş, öne geçmiş! / Zahmetsiz rızık nedir, bilir misin? Ruhların gıdâsı, peygamberlerin rızıkları. / Fakat bunu elde etmek, öküzü öldürmeye bağlıdır. Hazîne, öküzün içindedir; ey hazîne arayan, yerleri kazıp duran!‛ (III/203-204).

2.  Geçimlik Dünyâ Malı

Hz. Mevlânâ, geçimlik dünyâ malını, ‚bir öküzün, ısrarla duâ eden adamın evine koşup gelmesi‛ hikâyesiyle anlatır. Hikâyeye göre, adamın biri, kendine dünyâlık mal–mülk vermesi için sürekli Allah’a yalvarıp durmaktadır. Nihâyet birgün, yine ağlayıp inleyerek yalvarırken, birden bire bir öküz, o adamın evinin kapısını iki boynuzuyla kırarak eve dalar. Adam da derhal öküzü yakalayıp yere yatırarak keser ve bir güzel ondan nîmetlenir. Mevlânâ’ya göre, Peygamber Efendimiz’in(s): ‚Şüphe yok ki, Allah duâda ısrar edenleri sever‛ sözü gereğince, Cenâb-ı Hak, ısrarla dünyâlık isteyen o adama eninde sonunda dünyâ nîmetini göndermiş, onu ondan esirgememiştir. (III/120).

 Bir başka yerde Hz. Mevlânâ, o adamın dilinden olayın finalini şöyle aktarmaktadır: 

‚Halktan hem gizli sor, hem de âşikâre< Bak, bu eski hırkalı yoksul neler söylüyor, nasıl duâ ediyordu, anla! / Bu duâlardan, bu feryatlardan sonra bir de baktım ki evime bir öküz girivermiş. / Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi, diye sevindim hani. / O ayıpları bilen Allah, duâmı kabul etti; buna şükran olsun diye öküzü kestim.‛ (III/193).

 Mevlânâ’nın belirttiğine göre insan, dünyâlık mal–mülk elde etmek için sâdece ısrarla onu Allah’tan istemekle yetinmez; çoğu kez, kendi öküz nefsini tatmin için, dünyâlık elde etmek amacıyla hak–hukuk tanımaz bir zâlim kesilir. Oysa Cenâb-ı Hak, her gün ona sayısız öküz ve deve (dünyâlık mal–mülk) verip durmaktadır. Mevlânâ, olayı şöyle tasvir eder:

‚Bu hak-hukuk tanımaz zâlim gibi, bir öküzceğiz için bunca hîlelere girişti. / Halbuki o, efendisinden yüzlerce öküz, yüzlerce deve almıştı. Babacığım, işte senin nefs dediğin de budur. Tek hemen ondan kesile gör!‛ (III/200).

3.  Hayvânî Hislerine Kapılıp Nefsine Tapan Kişi

Hz. Mevlânâ, insanda bulunan hayvânî hisleri terbiye edip nefsânî özelliklerden insanı kurtarabilecek donanıma sâhip kişinin, ancak Allah dostu bir velî olabileceğini söyler. Çünkü evliyâda, sıradan insanda bulunan hayvânî hislerden çok farklı, bambaşka bir ruh ve akıl vardır. O, terbiyesini bu iki temel farklı meziyetiyle gerçekleştirmektedir. Bu gerçeği Mevlânâ şöyle dile getirir:

‚İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka bir can vardır. / O deme erişen, o makamda Allah velîsi olan kişide de, insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. / Hayvânî canlarda birlik yoktur... Sen bu birliği, rüzgârın rûhunda arama! / Bu hayvânî can ekmek yese, insânî rûhun karnı doymaz; bu yük çekse, o sıkıntı çekmez! / Hattâ onun ölümüyle bu hayvânî ruh, neşelenir, sevinir... İnsânî rûhun bir şey elde ettiğini görünce de hasedinden ölür!‛ (IV/34).

 Demek ki evliyânın insana verdiği terbiye, ondaki rûhun hayvânîlikten kurtulup insâniyet mertebesine yükselmesini sağlamaktadır. Esâsen tasavvufun ana gâyesi de insandaki hayvanlık sıfatlarını giderip, onu yaratıkların en şereflisi olan insanlık mertebesine yüceltmektir.

 Eğer bir insan, peygamberlerin yoluna ve onların vârisleri olan evliyânın terbiyesine girmemek için direnirse, öküzlüğü ve eşekliği onda bâkî kalır; şirke ve küfre düşmekten kendini kurtaramaz. Mevlânâ der ki:

Öküz, elbette bir buzağıyı Tanrı tanır. Eşek, müşteri olup bir şey alsa, elbette ham kavun alır.‛ (II/160). ‚Hayvan duygusu pâdişâhı görseydi, öküz ile eşek de Allah’ı görürdü. / Sende hayvan duygusundan başka, hevâ ve hevesten ayrı bir duygu olmasaydı, / Âdemoğlu, nasıl muazzez ve mükerrem olur, nasıl hayvan ile ortak bir hisle (ilâhî) sırra mahrem olurdu?‛ (II/5).

 İşte insan, hayvan duygusundan kurtulup insanlık mertebesine yükselemediği sürece, gözü basit dünyevî nîmet ve lezzetlerden başka bir şey görmez; rûhun gıdâsı olan mânevî hazlardan habersiz kalır. Mevlânâ, böyle kimseyi, Bağdat’a dalan öküz metaforuyla tasvir eder:

Öküz, Bağdat’a geliverir... Bir ucundan öbür ucuna kadar şehri dolaşır... / Bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden, ancak ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür! / Öküzün yâhut eşeğin seyrine lâyık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yollarda biten otlardır!‛ (IV/192).

 O halde hayvanlık derekesinden kurtulmak isteyen, hayvansal içgüdüleriyle ve dürtüleriyle davranmak yerine, insana yakışır şekilde rûhî / mânevî kābiliyetlerini geliştirerek yücelmelidir. Çünkü:  

‚O (Allah), bir gizli yerde (ruhta, sırda) duyulur; ama bu evin duyguları (bedensel duyular) ile duyulmaz. / Allah’ın anlaşılacağı, duyulacağı duygu, bu dünyânın duygusu değildir; o duygu, başka bir duygudur. / Hayvan duygusu, o sûretleri (ilâhî tecellîleri) görseydi, öküzle eşek de vaktin Bâyezîd’i olurdu.‛ (VI/175).

 Vaktin Bâyezîd’i olmayı başaranlar, türlü ilâhî mânevî nîmetlerle rızıklanır dururlar. Ya başaramayanlar?

‚Onun yüzünü görmedikçe, onun gülünü, gül bahçesini temâşâ etmedikçe, lokma nasıl siner? / Allah’ı ummadan, bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşek!.. / Hayvan gibi olanlar, hattâ ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar (Bk. A‘râf, 7/179; Furkan, 25/44), hîleyle dolu olsa bile, yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir. / Böyle kişinin hîlesi de baş aşağı olmuştur, kendisi de. Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur. / Düşüncesi körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir<‛ (II/236).

 Düşüncesi körleşen, aklı bozulan kimseler, tıpkı tek gözlü şeytan gibi, sadece dünyevî ve hayvânî zevklerden haz aldıkları için nefslerine tapıp durmaktan başka bir şey bilmezler. Bu yüzden de onlar alçaldıkça alçalmakta, değerleri düştükçe düşmektedir. Hz. Mevlânâ, bu durumu şöyle ifâde eder:

İki gözle evveli–sonu gör! Kendine gel, İblis gibi tek gözlü olma! / Tek gözlü ona derler ki, yalnız içinde bulunduğu hâli görür... Hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur. / Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezâsı, bir gözü çıkarma cezâsıdır. Çünkü onda şeref yoktur ki! / Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır. Çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!‛ (IV/140).

 Tek gözlü şeytan gibi hayvânî hislerine kapılıp nefslerine tapan öküz tabiatlı yaratıklar, eğer yeryüzünde hâkim olmaya kalkarlarsa, vay insanlığın hâline! Hz. Mevlânâ, şu mısralarında, sanki yaşadığı dönemden 700 küsur yıl sonrayı, günümüzü anlatmaktadır:

‚Şimdi (günümüzde), gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, âlem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür. / Şimdi, yüzlerce renge boyanma (çok yüzlülük), yüzlerce gönül sâhibi olma (münâfıklık) devri. Tek renkli (dosdoğru) olma âlemi, nereden tecellî edecek? / Şimdi zencilik zamanı. Rum diyârına mensup olanlar (Anadolu insanı), yâni beyaz güzeller gizli. Şimdi gece; güneş gizli. / Kurdun devri, Yûsuf kuyunun dibinde. Kıptîlerin nöbeti; Firavun, pâdişah şimdi. / Bu sûretle de kimseden esirgenmeyen rızıktan, herkese lüzumlu–lüzumsuz sırıtıp duran şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım. / ‚Gelin!‛ buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler. / Bu emir geldi mi, o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Allah, onlara, perdesiz olarak yayılacakları, geçinecekleri yeri gösterir. / İnsanın mâhiyeti olan insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler, o kurban gününde kesilirler. / O kurban günü, korkunç bir kıyâmettir. Mü’minlere bayramdır; öküzlere ise helâk olma günü.‛ (VI/149-150).

4.  Münâfık / İkiyüzlü Kişi

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, yaptığı işlerde ve davranışlarında ilkeli ve tutarlı olmayan, bir öyle bir böyle davranan, esen rüzgâra göre renk ve şekil değiştiren, inandığı gibi yaşamayan, iki yüzlü / münâfık kişileri; yarısı siyah, yarısı beyaz, alacalı öküze benzetir:

‚Görüyorsun ya; bu bir kişide iki iş de var; gâh balık oluyor, gâh olta! / Yarısı mü’min, yarısı kâfir! Yarısı hırs, yarısı sabır! / Allah: ‚İçimizde mü’min de var, kâfir ve eski putperest de‛ dedi. / Öküz gibi... Yarısı kara, yarısı ay gibi bembeyaz! / Bu yarısını gören onu almaz; öbür tarafını gören ise almak ister, üstüne düşer.‛ (II/46-47).

 Tıpkı alacalı öküzün beyaz tarafını görenin onu almak istemesi, siyah kısmını görenin ise vazgeçmesi gibi; ikiyüzlü / münâfık kişinin de iyi, güzel ve dürüst yönlerini gören, onunla dost olmak ister; ama çirkin yüzünü, kötülüklerini, kabalıklarını ve ihânetlerini gören de ondan kaçar.

5.  Sahte Şeyh / Müteşeyyih / Şeyh Taslağı

Mevlânâ, gerçekte şeyhlik kābiliyet ve yetkisine sâhip olmadığı halde şeyhlik taslayan müteşeyyihleri, Cenâb-ı Hakk’ın sınaması sonucunda iki boynuzunun belirmesi sâyesinde foyası meydana çıkan öküzlere benzetir:

‚Aşağılık bir adam, terzilik dâvâsına kalkışsa; pâdişah, onun önüne bir atlas kumaş atar, / ‚Bundan bir geniş kaftan yap!‛ der. Bu sınamayla, yersiz dâvâya kalkışanın başında iki boynuzdur peyda olur, öküzlüğü anlaşılıverir< / Kendini Cüneyd ve Bâyezid gösteriyorsun.. Yürü be! ‚Ben, baltayı kilitten fark edemem ki‛ diyorsun ama. / A düzenbaz! Kötülüğü, tembelliği, kızgınlığı ve ihtirâsı, bu sersemlikle nasıl gizleyebileceksin? / Kendini Hallâcı Mansûr göstermede, dostların pamuğuna ateş urmadasın< Kendini öyle pek yol erlerinden sanma! Sen, yol kesicilerin adamısın.‛ (III/54-55).

 Buradaki terzilik mürşidliği; pâdişah Yüce Allah’ı; atlas kumaş insandaki ‚insan olma‛ kābiliyetini; kaftan kâmil insanı; iki boynuz sahte şeyhin açığa çıkan foyalarını ve öküz de şeyh taslağını simgelemektedir. Sahte şeyh, kendini vaktinin Cüneyd’i, Bâyezîd’i olarak tanıtır; hattâ tasavvufun ilk aşk şehîdi Hallâc-ı Mansur’luk iddiâsına kalkışır. Oysa lâyık olmadığı halde onun yaptığı bu iş, gerçek Hak dostlarının yolunun, tasavvufun yanlış tanınmasına sebep olmaktadır. Dolayısıyla böyle bir sahte şeyh, tasavvuf yolunun bir eri olmak bir yana, olsa olsa bir yol kesici / harâmî olabilir.

6.  Mânevî / Tasavvufî Hakîkatlerden Habersiz Kişi

Mevlânâ, mânevî ve tasavvufî hikmet ve hakîkatlerden habersiz kişiyi, Mesnevî’sinde anlattığı bir hikâyedeki, denizden mücevher çıkarıp onun ışığıyla geceleyin otlayan su sığırı metaforuyla tasvir eder.

 Hikâyeye göre, su sığırının biri, denizin dibinden bir mücevher çıkarıp deniz kıyısına koyar ve geceleyin onun ışığıyla otlamaya başlar. Durumu izlemekte olan bir inci tâciri, sığırın mücevherden uzaklaştığı bir anda, pusuya yattığı yerden çıkar, o taşı balçıkla örter, kendisi de ağaçların arasına tekrar gizlenir. Mücevherin ışığının kesildiğini gören sığır, bunu yapanı bulup boynuzlamak için çayırın etrafını deli danalar gibi defalarca hışımla dolaşır; ama bir türlü tüccarı bulamaz. Sonunda çâresiz, yine denizin kıyısına, mücevheri koyduğu yere gelir; fakat balçıkla örtülmüş olduğu için artık onu bulamaz (VI/231). Hikâyenin tam da burasında sözü alan Mevlânâ, insanları şöyle uyarır:

‚Şeytan bile toprağı anlamadıktan, toprağa karşı kör ve sağır kesildikten sonra, artık toprakta mücevher olduğunu, öküz nereden bilecek? / < / ‚İnin!‛ emri, canı bedene soktu da Âdem incisi, toprakta gizlendi. / Onu tâcir bilir; fakat öküz bilmez. Gönül ehli olanlar anlarlar; fakat her toprak kazan, anlamaz.‛ (VI/232)

 Hikâyedeki deniz, uçsuz bucaksız mârifet ve hikmet bilgisini; mücevher, ondan çıkarılan tasavvufî / mânevî hikmet ve hakîkat parçacıklarını; inci tâciri, yüce irfânî değerlerden haberdar olan ve bunların kıymetini çok iyi bilen mürşid-i kâmili ve su sığırı da bütün bunlardan habersiz ve kıymetini takdir etmekten yoksun ahmak kimseyi simgelemektedir. Öyleyse, insanoğlu cennetten yeryüzüne indirildikten sonra onun toprak bedenine gömülen içindeki cevheri, yâni rûhî ve mânevî hakîkat ve değerleri; bunların kıymetini takdir etmekten âciz su sığırı tiynetli kimseler değil, ancak insandaki o eşsiz cevherin değerini bilen kâmil insanlar bulup çıkarabilirler. Hikâyenin sonunda Mevlânâ’nın: ‚onu tâcir bilir, öküz bilmez‛ demesinin anlamı budur.

7.  Peygamberlerin ve Evliyânın Dâvetine Kulak Vermeyen Kişi

Hz. Mevlânâ, peygamberlerin ve onların mânevî mîrasçıları konumundaki evliyânın insanlığa sunduğu dâvete kulak vermeyen kimseleri, kendi öküzlüklerinden dolayı o yüce insanları da öküz sanan kimseler olarak tasvir eder. Oysa gerçekte peygamberler ve velîler, insandaki öküzlük sıfatlarını parçalayıp yok etme gücüne sâhip birer aslandırlar. Mevlânâ’ya göre, en âdî öküz bile, böyle bir aslan önderin terbiyesine girerse, kendi de aslanlaşır. Fakat yalnızca öküzlükten hoşlanan bir kimse, boşu boşuna aslanlığı aramaya kalkışmamalıdır:

Öküz sûretindeki aslan (peygamber ve velî kişi) gibi. Onu uzaktan görürsün; ama içini deşmeye kalkışma! / Deşersen, ten öküzünü terk et! Çünkü o aslan huylu, öküzü paralar. / Öküz tabiatı, seni başından eder; hayvanlık huyu, seni hayvanlıktan ayırır. / Öküz bile olsan, onun (peygamber ve velî kişinin) yanında aslan kesilirsin. Fakat sen öküzlükten hoşlanıyorsan, aslanlığı arama! / Mısır azîzi, gayb gözüne kapı açıldığında, rüyâda, / Yedi semiz ve besili öküzü, yedi tâne zayıf öküzün yediğini gördü.[7] / O zayıf öküzler, hakîkatte aslanlardı. Böyle olmasa, o öküzleri yiyemezlerdi. / Şu halde iş eri (evliyâ) de sûrette insan görünür; ama hakîkatte onda insanı yiyen bir aslan gizlidir. / Adamı güzelce yer; onu tek, mücerret bir hâle getirir. Derdi varsa tortusunu süzer, saf bir hâle sokar. / O, bir dert yüzünden bütün tortulardan kurtulur, ayağını sühâ yıldızının başına kor!‛ (V/77-78).

 Mevlânâ, yine Mesnevî’sinde anlattığı, köylünün, karanlıkta aslanı öküz sanıp okşaması‛ hikâyesinde de, insandaki öküzlük sıfatlarını parçalayıp öldüren aslan konumundaki kâmil insanların cehâlet karanlığı yüzünden kıymetlerinin bilinmediğinden dem vurmakta ve onların irşad ve öğütlerinin ne kadar muazzam olduğunu şöyle ifâde etmektedir:

Köylünün biri, öküzünü ahıra bağlamıştı. Aslan gelip öküzü yedi, yerine kendisi geçip oturdu. / Köylü, geceleyin ahıra gidip köşeye, bucağa el atarak öküzü aramaya koyuldu. / Elini aslana sürmekte, sırtını, yağrısını yukarı aşağı okşamaktaydı. / Aslan: ‚Aydınlık olaydı ödü patlar, yüreği kan kesilirdi. / Fakat şimdi pervâsızca beni okşuyor, kaşıyor. Çünkü gece vakti beni öküz sanıyor‛ demekteydi. / Hak da: ‚Ey mağrur kör! Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı? / Eğer biz kitâbımızı dağa indirseydik; dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi. / Eğer Uhud Dağı, beni anlasaydı; o dağdan ırmak ırmak kan akardı‛ deyip duruyor. / Sen bu adı babandan, anandan işittin de onun için bu ada gāfilce yapıştın. / Bu sırrı taklitsiz anlasan, Allah’ın lutfuyla nişansız bir hâle gelir, hâtife benzersin.‛ (II/39-40).

 Hikâyedeki köylü, kendinden habersiz ve kılavuzsuz câhil kimseyi; öküz, insandaki hayvânî ve nefsânî nitelikleri; ahır, dünyâ ya da beden zindanını; aslan da insanlardaki nefsânî, hayvânî ve bedenî hırs ve şehvetleri yok eden peygamber ve velî gibi kâmil insanı simgelemektedir. Câhil köylüler, içine düştükleri cehâlet karanlığı yüzünden, kendilerindeki öküzlük özelliklerini yok eden aslan gibi kâmil insanların kıymetini bilmemekte, onları da kendileri gibi öküz sanmakta ve dolayısıyla onların öğüt ve dâvetlerine kulak tıkamaktadırlar. Oysa onlar, ana ve babalarından mîras olarak devraldıkları Müslümanlık anlayışlarını biraz yükseltip, kâmil kimselerin terbiyelerinden nasiplerini alsalardı, öküzlükten kurtularak ilâhî hikmet ve mârifet sırlarını taklitsiz ve aracısız algılayıp anlayabilme kapasitesine kavuşurlardı.

8.  Âşık

Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız olumsuz anlamlarının yanı sıra Mevlânâ, Mesnevî’nin bir yerinde, öküz metaforuna, âşık gibi yüce bir mânâ da yüklemektedir. O âşık ki, mâşûku olan Cenâb-ı Hakk’ın, celâlî tecellîlerinin bir netîcesi olarak kahrını gösterip cilveler yapması karşısında tahammül gösterememiş ve O’na olan aşkında eksiklik ortaya çıkmıştı. Fakat daha sonra, yaptığı hatâyı anlayıp pişman olmuştu. Bundan sonrasını, o âşıkın dilinden konuşan Hz. Mevlânâ anlatmaktadır:

‚(Âşık dedi ki: Ben) Hîleye saptım: O (mâşuk / Cenâb-ı Hak), bana kızmıştı; yapmak istediği şeye engel oldum, hışmından kaçtım, diye pişmânım. / Söyleyin; kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa yapsın. Bu (bana) kurban bayramıdır, âşık da kurbanlık! / Öküz, uyur, istirahat eder, bir şey yerse; kurban bayramı için besleniyor demektir. / Beni, Mûsâ’nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil! Parçalarımdan bir parça bile, hür kişinin tutuklanmasına sebeptir. / Mûsâ’nın öküzü de kurban olmuştu. En küçük bir parçası bile, bir öldürülmüşe hayat verdi. / ‚Öküzün bâzı yerleriyle (kuyruğuyla) ölüye vurun!‛ (Bakara, 2/73) hitâbı geldi; vurdular. O öldürülmüş adam, dirildi, fırlayıp kalktı.‛ (III/318-319).

 Buradaki kurbanlık öküz, Hakk’a âşık olan kimseyi; kurban bayramı da Allah yolunda kendini kurban eden âşıkın mâşûkuna kavuşmasını ifâde etmektedir. Tıpkı Hz. Mûsâ’nın kurban edilerek ölüyü dirilten ve anlattıklarıyla hakîkatin ortaya çıkmasına vesîle olan öküzü gibi, o âşıkın en küçük bir zerresi bile ölü gönüllere hayat verir; kalpleri ölmüş nice insan, onun mesajlarıyla dirilir, hayat bulur.

Sonuç

Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkan netîceye göre, Mevlânâ’nın Mesnevî’de öküz metaforuna yüklediği anlamlar, ana hatlarıyla şöyledir:

  1. Her türlü hayvânî ve süflî dürtü ve ihtiyaçları yüzünden olmadık sıkıntılar çeken, doymak bilmez / açgözlü nefs,
  2. Sınırlı / çok kısa bir süre için işe yarayan geçimlik dünyâ malı,
  3. Hayvanî hislerinin tutsağı olup nefsine tapan kişi,
  4. İş, tutum ve davranışlarında ilkeli ve tutarlı olmayan, bir öyle bir böyle davranan, esen rüzgâra göre renk ve şekil değiştiren, inandığı gibi yaşamayan, ikiyüzlü / münâfık kişi,
  5. Gerçekte şeyhlik kābiliyet ve yetkisine sâhip olmadığı halde şeyhlik iddiâsında bulunan sahte şeyh,
  6. Mânevî / tasavvufî hikmet ve hakîkatlerden habersiz, bunların kıymetini bilmekten âciz kişi,
  7. Öküzlük sıfatlarından kurtulamaması sebebiyle peygamberlerin ve evliyânın öğüt ve dâvetine kulak vermeyen kişi,
  8. Mûsâ’nın kurbanlık öküzü gibi, Hak yolunda kendini kurban eden Hak âşığı.

 Esâsında Mevlânâ’nın öküz metaforuyla anlatmaya çalıştığı varlık, insandan başkası değildir. Gündelik hayâtımızın her safhasında, bu tür insan tipleriyle karşılaşmamız mukadderdir.

 Mesnevî’nin başından sonuna kadar hemen her konuda olduğu gibi, öküz metaforunda da Mevlânâ’nın en temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Mesnevî’deki öküz metaforunun geçtiği hemen her yerde, gerek doğrudan Kur’an âyetlerini referans alma şeklinde olsun, gerekse çeşitli âyetlere zımnen gönderme ve îmâlarda bulunmak sûretiyle olsun, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, görüşlerini Kur’ânî irfan ışığında ortaya koymaya büyük önem verdiği görülmektedir.

 Hz. Mevlânâ’nın, ‚sadece zâhirî ilimleri elde etmekle kemâle erdiğini sanan, zâhirci bakış açısının ötesindeki metafizik ruh ve bilgiden yoksun ve fakat yine de kendini allâme-i dû-cihan sayan kimseler‛ için söylediği, birer darb-ı mesel niteliğindeki şu mânidar sözlerini tekrar vurgulayarak yazımıza son verelim:

“Hayvan duygusu pâdişâhı görseydi, öküz ile eşek de Allah’ı görürdü.” (II/5). “Hayvan duygusu, o sûretleri (ilâhî tecellîleri) görseydi, öküzle eşek de vaktin Bâyezîd’i olurdu.” (VI/175).


 

 

 

 

 

[1] D. Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, 11. baskı, İstanbul 1996, s. 874.

[2] Ahmet Ögke, Elmalı Erenlerinde Mânâ Dili, Elmalı Belediyesi Yayını, Ankara 2007, s. 120.

[3] Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, İstanbul 2001 (Bakara, 2/67. âyetin meâlindeki açıklama).

[4] Hasan Tahsin Feyizli, Feyzü’l-Furkân Kur’ân-ı Kerîm Meâli, 3. baskı, İstanbul 2006, s. 11. İlgili âyetler (Bakara, 2/67-73), meâlen şöyledir: 67. Mûsâ, kavmine: ‚Allâh size mutlaka bir inek kesmenizi emrediyor‛ demişti. Onlar: ‚Bizimle alay mı ediyorsun?‛ dediler. (Mûsâ da:) ‚Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım!‛ dedi. 68. (Onlar: ‚Ey Mûsâ) Rabb’ine bizim için yalvar, (ona sor da) onun ne biçim (bir sığır) olduğunu bize açıklasın‛ dediler. (Mûsâ da: ‚Allah) buyuruyor ki: O (inek) ne çok yaşlı, ne de körpe; bu ikisinin ortasında (dinç bir inek)tir! Haydi, artık size emredileni yapın!‛ 69. Onlar (tekrar): ‚Rabbine bizim için yalvar, onun renginin nasıl olduğunu açıklasın‛ dediler. (Mûsâ): ‚O (Rabb’im) diyor ki: ‚Rengi, bakanlara neşe veren, sapsarı bir inektir‛ buyuruyor, dedi. 70. Yine: ‚Bizim için Rabbine duâ et de, onun (mâhiyetinin) nasıl olduğunu bize açıklasın. Çünkü bizce, sığırlar birbirine karıştı. Eğer Allah dilerse, biz (emredileni yapmakta) elbette doğruya erişmiş oluruz‛ dediler. 71. (Mûsâ şöyle dedi:) ‚O (Rabb’im) buyuruyor ki: O, henüz toprağı sürmek ve ekin sulamak için boyunduruk altına alınmamış, hiç alacası olmayan, serbest dolaşan, kusursuz bir sığırdır. (İsrâiloğulları:) ‚İşte şimdi (Rabb’inden) gerçeği getirdin!‛ deyip, hemen o ineği boğazladılar. (Gördüğün gibi, emre itaat yerine, isteklerini çoğaltmaları sebebiyle) neredeyse (cayıp bunu)

 

[5] İsmâil Hakkı Bursevî, Şerh-i Ebyât-ı Yûnus Emre, Süleymâniye Ktp., Es‘ad Efendi, no: 1521/2 (müellif hattı), (Tatcı, Yûnus Emre Külliyâtı V – Yûnus Emre Şerhleri, ss. 148’den naklen). 8 Bursevî, age., (Tatcı, age., s. 148)’den aldığımız ilhamla.

[6] Bu çalışmamızda Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden vereceğimiz referansları metin içinde bu şekilde kaydedeceğiz. Yararlandığımız temel kaynağın künyesi şu şekildedir: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî, çev.: Veled İzbudak, Gözden Geçiren: Abdulbâki Gölpınarlı, 2. baskı, İstanbul 1990. Parantez içinde referans olarak verdiğimiz romen rakamı, adı geçen kaynağın cilt numarasını, / işâretinden sonraki rakam da sayfa numarasını göstermektedir. Ancak, konunun gerektirdiği yerlerde, Manzum Nahîfî Tercümesi’ne (Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, (Manzum Nahîfî Tercümesi), haz.: Âmil Çelebioğlu, İstanbul 2000) de mürâcaat ettik. İki tercüme arasında belirgin farkların görüldüğü durumlarda ise Nahîfî Tercümesi’ne ‚Nahîfî Çev.‛ kısaltmasıyla ayrıca atıfta bulunmayı tercih ettik.

[7] Bk. Yûsuf, 12/43

 

Kaynak:Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 9 [2008], sayı: 22, ss. 9-22.

Son Düzenlenme Salı, 15 Ocak 2019 01:26